MOLA

Hisar’dan Şehitlik’e…

Rumeli Hisarı’nda Zağnos Paşa Kulesi’ne giden yokuşun üzerinde Müslüman ölümünün serin havasında yaşayan bir genç arkadaşla Hisar’dan Şehitlik’e kadar gezindim.

(…)

Bu defa Hisar’da, bir kulede bir kitabe görme arzusuyla geziyordum. Eski mezar, cami, çeşme, medrese, hamam kitabelerimizi bulan, bu devrin hakîki bir fazılı Halil Bey, Hisar’ın Bebek tarafındaki kulesinin kapısında Zağnos Paşa namına bir kitabeyi işaret etmişti. Genç arkadaşımla kulenin yanındaki kapıdan girdik, eski demir kapının sol kanadı kopmuş yerde öyle yatıyordu; kuleye doğru çıktık. Kapısının üstünde, mermer kitabe, beş yüz sene evvelki sülüsle iki girift satır hâlinde görünüyordu.

Yazıya uzun uzun baktık. Bu kitabe İstanbul toprağında en eski kitabeydi. Belki de, yeni cülûs eden genç Fatih’in bir bina üzerinde ilk kitabesiydi; o bizzat kendi, bizim durduğumuz yerden bu kitabeyi gururla okumuş, sonra kulenin kapısından girmiş, beş katta da gezinmiş, kulenin üst sahanlığına çıkmış, Kostantiniyye’ye, Ayasofya’nın haçına, dikili taşlara bakmış.

Kapıya doğru yürüdük, arkadaşım: “Şimdi burada Rumeli muhacirleri oturuyorlar.” dedi, eliyle kapıyı vurdu. İçeriden bir küçük kız korkak ve titrek bir sesle: “Ne babam burada, ne anam, içeri giremezsiniz.” diyordu. Anlıyorduk, kızcağız pek ziyade korkuyordu. Arkadaşım, arada sırada gelen Hisarlı Bey olduğunu anlatınca kapıyı açtı. Sonra munis bir ses ve hazin bir tebessümle: “Sizin Müslüman olduğunuzu anlayamadım!” dedi, son muhacerette Tekfur Dağı’ndan ve Trakya köylerinden katliamın kızıl satırı önünden kaçan bu Rumeli köylüleri, burada Zağnos Paşa Kulesi’nin içindeki hücrelere sığınmış, yaşıyorlar. Kulenin içi boş, beş katı da düşmüş, ortada katları tutturan kaide bir dikili taş gibi duruyor, kulenin iki duvar arası hücrelerine kötü merdivenler tutturulmuş, muhacirler, yabanî kuşlar gibi, bu hücrelerde oturuyorlar. Biz kuleyi seyrederken, yanıbaşımızda muhacir kızcağızları, “yazma” boyuyorlar, fısıldaşa fısıldaşa konuşuyorlardı. Eski Türk medeniyetinin bu muazzam harabesine sığınmış bu muhacir ailesinin çocukları, yuvaları bozulduktan sonra yine çalışan karıncalar gibi, burada “yazma” boyuyorlar, eski sınaatımızdan bir şeyin bu hazin yerde bu hazin tecellîsi yalnız düşündürmüyor, kalbi yaralıyor, gözleri bir daha biber gibi yakıyor.

(…)

Konuşa konuşa “Şehitlik’e” doğru gittik. İstanbul için ölen Türklerin mezarlığında ancak onların büyük ruhlarının havası esiyor, taşları hâk ile yekan olmuş. Yalnız Bektaşî Dergahı’nın ta önünde burma kavuklu küçük bir mezar taşı var, kitabesini okudum:

Şehîdül’l-Feth Mahmud Çelebi ruhuna Fatihâ

Nevverallâhû kabrehu

Taşa elimle dokundum, sallanıyordu. Şarkta her şeyin fâniliğini adeta lemsettim gibi. Bu taş da bütün ötekiler gibi, birkaç sene sonra kaybolacak! Bu mezar taşı yalnız dört yüz bu kadar senelik bir hatıra olsaydı, müzelerde yer tutardı. Bizim içinse daha nasıl bir kıymeti haizdir? Mamafih burada ya hain bir rüzgârın, yahut da hain bir elin itmesiyle zevalini bekliyor. İstanbul için, fetihten bir sene evvel şehit düşen Mahmud Çelebi ve onun gibi şehitlerin taşları dursalar, onların yerine bizim gibi fâniler fenâ-yâb olsalar, daha iyi olurdu. Çünkü o taşlar Türk nesillerine bizlerden fazla hayat verebilirler.

Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 2007, ss. 75-80.

 

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.