MOLA

Sahnenin Dışındakiler’den

Geceki ümitsizliğim sabah sokağa çıkar çıkmaz bir kat daha arttı. O gün Cuma idi. Mektebe müracaat edemezdim. Babam gelirken, mahallemize gitmemi, kirada olan evimizi, komşuları görmemi sıkıca tembih etmişti. Bu evin kirası, şimdi yerinde belediyemizin küçük, mahalle arası bir park projesi bulunan dükkânın kirası ile beraber benim cep harçlığım olacaktı. Dükkânın henüz tasavvur hâlinde bir proje ile mahiyet değiştirdiğini söyledim. Ben bütün ömrümce proje kurmuş, tasarlamış, onların vücut bulma hayalleriyle yaşamış bir adamım. Onun için belediyemizin bu henüz imkânların sisinde saklı kararını çok iyi anlıyorum. Eve gelince, o, daha beledi, daha umumȋ bir hizmete alındı. Şimdi olduğu yerden şehrimizin en büyük bulvarı geçiyor. Bu evde ve yalnız benim odamın çıkma penceresinden, o da ayağa kalkmam şartıyla deniz görülürdü. Bu da beni çok yorardı. Öyle ya, bir müzede tablo seyreder gibi bir manzaraya ayakta bakılmaz. Halbuki dün geçerken gördüm. Hiçbir yüksekliğe çıkmadan bizim mahallenin her tarafından şimdi Marmara alabildiğine genişliğiyle seyredilebiliyor.

Yalnız bir şeye müteessir oldum. Evimizin karşısındaki Elagöz Mehmetefendi Camii de beraberce yol olmuş. Bu cami on yedinci asır başında yapılmış çok şirin bir eserdi. Fakat ayakta kalması, yıkılmaması için hiçbir gayrette bulunmadığıma göre bu teessürümden fazla bahsetmeğe hakkım yok.

Daha Babıali yokuşunda, süngü takmış bir Fransız kıt’asının, başlarında mahut Marsaillaise, muntazam bir yürüyüşle yukarıya doğru çıktığını gördüm. Bu ihtilâl ve insanlık türküsü bir işgal müfrezesine hiç yakışmıyordu. İçim garip bir isyanla dolu ters yüzü döndüm ve bir tramvaya atladım. Fakat bindiğim tramvay onlara Çarşıkapı’da yetişti. Bu sefer La Madelon, Madelon’i, dinlemeye mecbur kaldım. Sonradan yaptıkları harp edebiyatında o kadar adı geçen bu türkü tüylerimi diken diken etti. Bunlar haddizatında belki güzel şeylerdi. Fakat benim İstanbul’umda ne işleri vardı? Biz harbe girmekle hata ettikse, onlar bu muameleyi yaparak bu hatayı devam ettirmeli miydiler? Tarih bir yerde bütün hataların tasfiyesini yapmayacak mıydı? Kafam bu suallerle dolu, Fransız kıt’asının arkasından yavaş yavaş yürüdüm. Ve onların Aksaray’a doru kıvrıldığını görünce ben de rahatça yoluma devam ettim. Fakat daha Vezneciler’de karşıma bir İskoç kıt’ası çıktı. Bunların başında mızıkaları yoktu ve adetçe daha azdılar.

Bu tesadüf kendi memleketlerinde olsaydı yahut buraya bir dostluk tezahürü için gelmiş olsalardı, ilk defa gördüğüm kıyafetleriyle ne kadar hoşuma gidecekti. Fakat şimdi Bayezıt Camii’yle, Şehzadebaşı Camii’nin arasında, yüzlerinden keder akan bu halkın arasında sadece ıstırap veriyorlardı.

Yavaş yavaş, altı senelik bir gurbetten sonra olduğunu bildiğim için, hususȋ bir dikkatle etrafıma bakarak yürüyorum. Şehir, hiç de bıraktığım şehir değildi. Bana insanlar değişmiş, hayat değişmiş, evler, sokaklar ihtiyarlamış, yıpranmış gibi geldi. Daha sonraları İstanbul sokaklarının cazibesinin bir tarafını yapan satıcı seslerinin bile, eski satıcı seslerine benzemediklerini fark ettim.

Dört muharebe senesinde birkaç nesil birden askere alındığı için an’aneleri yeni gelenlere öğretecek insan kalmamıştı. Uzun süren bir kıştan sonra, buzlar altında filiz süren otlar gibi her şey yeniden filizleniyordu.

Bütün bu tesadüfler ve belki de çocukça dikkatler bana şehrin hayatını bir kat daha öğretti. Hayır, burada yaşamak çok güçtü. İnsan her an sert bir talihle karşılaşıyordu. O zaman Doktor Adil Bey’in babama İstanbul için anlattığı şeylere hak verdim. Burada milli cephe için çalışmak daha güç olacaktı. Halbuki M…’de bu açıktan açığa yapılıyordu. Vâkıa kasaba İtalyan mizacının tesiriyle bir opera-komik çeşnisi almıştı. Anadolu’da Milli Mücadele başlamasaydı elbette işler çok değişir, orada da medeniyet namına bizi terbiye etmeğe başlarlardı. Fakat Anadolu silâha sarılmıştı. Küçük sahil şehri halkına, bütün milletimiz gibi sabır ve emniyetle beklemek kalıyordu. İşte bu bekleyiş orada, İstanbul’dan çok kolaydı. Anadolu dağları o kadar yakındı ki…

Burada ise aramıza gece gelirken demir külçelerini gördüğüm gemiler girmişti.Evimiz Şehzadebaşı ile Horhor arasında yukarıda camiinden bahsettiğim Elâgöz Mehmetefendi mahallesindeydi. Bu mahalle camiin etrafına toplanmış beş sokakla onların açıldığı bir tramvay caddesine muvazi ve oldukça geniş, öbürü Aksaray tarafında onun karşılığı, fakat kargacık burgacık iki sokaktan ibaretti. Dört evliyamız, camiden başka bir ahşap mescidimiz, biri Lale devrinden diğeri biraz daha evvelden kalma iki medresemiz, birinin içinde “Yeşil Tulumba” adı verilen bir de soğuk su kuyusu bulunan birkaç küçük mezarlığımız vardı. Bu yeşil tulumbanın önünden biraz aşağı inildi mi Ağayokuşu’na ve Şirvanizade’nin Ekşi Karadut mahallesindeki konağının bulunduğu arsaya inilirdi. Mahallenin tramvay caddesine bakan tarafında Hamamizade İsmail Efendi’nin babasının kiralamış olduğu hamam vardı.

İstanbul mahalleleri yirmi, otuz senede bir çehre değiştire değiştire yaşarlar ve günün birinde park, bulvar, yol, sadece yangın yeri, “hâli arsa” geleceğe ait çok zengin ve iç açıcı bir proje olmak üzere birdenbire kaybolurlar. Dedelerimiz ahşap ev denen şeyi icat ettikleri gün, bir imkânı bize hazırlamışlardır. Tarihte ve bilhassa felsefedeki “sebep ve netice” davasının bu en iyi misalidir. Böylece ta beş asırdan beri biz, son derece “imarcı” bir millet olmaya hazırlanmış olduk. İstanbul mahallelerini her nesil için yeni baştan denebilecek şekilde vücuda getiren bu yirmi otuz senelik merhaleleri tarihi hadiseler hazırlarlar. Nitekim hadiseler sıkışınca bu gelişmenin de yürüyüşünü o nispette arttırdığını hepimiz görmüşüzdür.

(…)

  • H. Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, Dergâh Yayınları, 2014, s. 12-14

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.