Bir Eleştirel Nörobiyolojiye Doğru*

Catherine Malabou

1 Kasım 2014
Değerlendirme:
Seda Karaköse

Aylık bir dergi olan BerlinischeMonatschrift’in 1784 yılında yayımlanan bir sayısında “Aydınlanma Nedir Sorusunun Cevaplanması” (Beantwortung der Frage: Wasist Aufklärung?) başlıklı Immanuel Kant imzalı bir deneme yer alıyordu. Kant, aydınlanma sürecini kısaca “aklı kullanma cesareti” olarak tanımlamıştı. Bu olaydan tam 200 yıl sonra Michel Foucault da aynı soru üzerine eğilmişti. O yıllarda aynı dergi var olmaya devam etseydi ve “Modern felsefe nedir?” şeklinde bir soru yöneltilseydi; Foucault’nun vereceği cevap “modern felsefe, 200 yıl önce ihtiyatsız bir biçimde sorulmuş olan ‘aydınlanma nedir?’ sorusunu cevaplama girişimidir” şeklinde olacaktı.

Bir bakıma kim olduğumuzu, ne düşündüğümüzü ve günümüzde yaptığımız eylemleri belirleyen aydınlanmanın; diğer bir deyişle rasyonalite, mantık, düşünme eylemi gibi kavramların mahiyeti nedir? Benlik nasıl inşa edilir, bilinç veya öznellik mümkün müdür? Özgür iradenin varlığından söz edilebilir mi? Eğer özgür irade diye bir şey varsa, eylemleri üzerinde iradî bir güç gösteren insan hangi aşamaya kadar yaptıklarından sorumludur? Farklı geleneklerden gelen filozoflar tarafından defalarca sorulup cevaplanmaya çalışılmış olan bu sorular, Kıta Avrupa felsefesi ile bilişselcilik (cognitivism) gibi neredeyse birbirine düşmanmış gibi görünen iki karşıt felsefi gelenek söz konusu olduğunda, taban tabana zıt cevaplar ortaya çıkarmaktadır. Kant’tan başlayıp Heidegger, Derrida, Foucault gibi isimlerle günümüze kadar ulaşan Kıta Avrupası felsefi geleneği eleştirel bir bakış açısıyla bu sorularla ilgilenmiştir. Görece daha yeni bir saha olan beyin bilimlerinde ise, bilişselcilik oldukça yaygın bir tutum olmakla birlikte insan aklının hiç de bilimsel kabul edilmeyen yönlerini beyinsel süreçler üzerinden modern, bilimsel bir bakış açısıyla masaya yatırmaktadır. Ne var ki günümüze kadar ulaşmış olan kadim felsefi anlayışlarda, düşünme ve akletme eylemini gerçekleştirenin beyin değil, zihin veya ruh olduğu düşünülmektedir.

Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi, düzenlediği Dîvân Toplantıları’nın Kasım ayı programında Kingston Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Prof. Catherine Malabou’yu ağırladı. Malabou,birbirine düşman gibi görünen bu iki gelenek (Kıta Avrupa Felsefesi ve Bilişselcilik) arasında “Eleştirel Nörobiyoloji” (Critical Neurobiology) adını verdiği yeni bir alan açarak, nörobiyolojiyi eleştirel bir bakış açısıyla ele almaya çalıştı. Bu iki karşıt geleneği birleştirmeye aday olduğu düşünülen şey ise, beynin bilinen bir niteliği olan plastisite (plasticity) kavramı. Türkçeye “yoğrulabilirlik” olarak da çevrilen bu kavram, yaşanan deneyimler sonucunda beynin değişme, dönüşme ve aldığı yeni şekilde kalabilme özelliğine işaret ediyor. Görünen o ki, açılmaya çalışılan bu yeni alan, fikir teatisinin gerçekleştiği bir tartışma platformundan ziyade bir savaş alanını andırmaktadır.

Malabou, bu iki gelenek arasındaki muazzam karşıtlığı daha anlaşılır bir hale getirmek amacıyla, bir Kıta Avrupa filozofu (örneğin, Kant veya Foucault) ile bir nörobiyolog veya bilişselci (örneğin, Joseph LeDoux veya Thomas Metzinger) arasında geçen hayali bir konuşma kurgulayarak işe başladı. Malabou’ya göre, “Aydınlanma nedir?”  sorusu üzerinden yürütülen ve “Biz kimiz? İnsan benini nasıl inşa eder? Rasyonalite ve aklın kullanılması nasıl gerçekleşir?” sorularına Joseph LeDoux gibi bir nörobilimcinin verdiği “sen kendi sinapslarınsın (you are your synapses)” veya “rasyonalite beynimizdir” şeklindeki cevaplar, düşünme eylemini gerçekleştirenin zihin veya ruh olduğu görüşünde olan bir Kıta Avrupa filozofu için belki de verilebilecek en kötü cevaptır.

İki farklı gelenek arasındaki bu kavganın izini sürmeye devam eden Malabou, daha sonra “sen kendi sinapslarınsın” yargısında geçen her bir kavramı tek tek analiz ederek konuşmasını sürdürdü. Bu yargının ilk parçası olan “sen” (you), yani aynılık/özdeşlik (identity) veya “ben” (self) ifadesi oldukça tartışmalıdır. Çünkü birbirine karşıt iki geleneği temsil eden filozof ve nörobilimci,“eylemleri gerçekleştiren özne” anlamında “ben/sen/özdeşlik” söz konusu olduğunda, aynı kelimeyi kullanmalarına rağmen birbirinden tamamen farklı manalara işaret etmektedirler. Kıta Avrupası felsefi geleneğine ait bir filozof bu öznenin otonom ve rasyonel olduğunu, kesinlikle beyin olamayacağını düşünmektedir. Buradan hareketle, Foucault’un da ifade ettiği gibi, insanın hiç kimsenin baskısı altında kalmaksızın bağımsız bir şekilde aklını devreye sokması olarak düşünebileceğimiz “aydınlanma”; benliğin, otonom ve bağımsız bir özne olarak inşasıyla gerçekleşen bir süreçtir. Bu açıdan, öznelliğin empirik/biyolojik veriye bağlı olabileceğini söylemek, ben’in özerk ve özgür olmadığını söylemek demektir. Bu anlamıyla öznellik, rasyonalite ilkesinden azade oluşu temsil eder. Foucault, bu nedenle, rasyonalitenin beyinde olamayacağını savunur.

Nörobiyolog, durumun düşünülenden daha kötü olduğunu söyleyecektir. Çünkü ona göre ortada “özne” diye bir şey yoktur: “Sen kendi sinapslarınsın” ifadesi, aslında “sen” diye bir şeyin mevcut olmadığı anlamına gelir. Bu görüşü savunan Alman kognitif bilimci ve filozof Thomas Metzinger, kaleme aldığı Being No One’da bir “ben”e sahip olduğumuz görüşünü reddederek, ben’in bir “şey (thing)” değil bir “süreç (process)” olduğunu söyleyerek tartışmadaki tarafını belirleyecektir. Öznenin tözsel-olmayan (non-substantial) bir karaktere sahip olduğunun neredeyse bir yüzyıl evvel Kant tarafından da ileri sürüldüğünü savunan Foucault’ya göre, ben’in tözsel varlığını reddeden Kant ben’in yokluğundan doğan bu boşluğu rasyonalite fikriyle kapatmaya çalışmıştır. Eleştirel bakış açısından otonominin (ve dolayısıyla rasyonalitenin), “şeyler üzerindeki kontrol ilişkisi”, “diğerleri üzerindeki eylem ilişkisi” ile “bir kimsenin kendisiyle ilişkisi” gibi üç genel görüşten köken aldığını ileri süren Foucault, tözsel olmadığı için ben refleksiviteyi sağlayamasa da, otonomi ve rasyonalitenin ilişkisel karakteri nedeniyle öznellik ve bilinç vardır. Dolayısıyla Foucault, Kant’a göre de ben diye bir “şey” yoktur, fakat yine de o bir bilinçtir.

Ancak Metzinger bu görüşe itiraz edecektir. Metzinger’e göre öznellik ve bilinç, “nöral saydamlık/şeffaflık (neuraltransparency)” veya “saydam ben-modeli (transparent self-model)” adını verdiği belirli nöral süreçlerin ortaya çıkardığı bir yanılsamadan ibarettir. Zihin felsefesinde “fenomenal ben” ve psikolojik ya da bilimsel bağlamda sıklıkla “ben” diye atıfta bulunulan şey, saydam ben-modeli’nin içeriğidir. Ortada “ben” diye bir “şey” yoktur, sadece saydam ben-modelinin fenomenal içeriği vardır. “Bir kimse olmanın öznel deneyimi”  ancak saydam ben-modelinin kontrolünde bilinçli bilgi işleme sistemi çalıştığı vakit ortaya çıkar. Bu öznel ben deneyimi, kendisinin içinden bakarak zihinsel eylemlerimizi gerçekleştirdiğimiz şeffaf/saydam bir pencere gibidir: Her şey kendisi aracılığıyla göründüğü halde, kendi kendisinin ne kaynağına ne de varlığına ulaşabilir. Çünkü “ben” denilen şey, aslında kendileri bilinçli olmayan bir dizi nöro-biyolojik sürecin ürünüdür. Beyni inceleyerek bu nöro-biyolojik süreçler üzerinden bilinci bulmaya kalktığımızda kendimizi içinden çıkamayacağımız bir labirentin içinde buluruz. Bu nedenle, söz konusu şeffaflık/saydamlık hiçbir zaman ulaşamayacağımız veya bilemeyeceğimiz, her zaman gizemini koruyacak olan bir tür karanlıktır.

Peki, “Sen kendi sinapslarınsın (You are your synapses)” yargısında yer alan “var olmak (are)” ifadesi hakkında ne söyleyebiliriz? Foucault’nun eleştirinin hiçbir zaman ontolojiyle eş görülemeyeceğinin farkında olduğunu belirten Malabou, bu görüşe benzer şekilde Kant’ın da gerçek bir metafiziksel ontolojinin temellendirilemeyeceğini iddia ettiğini hatırlattı. Ancak bir ontoloji olmasa da, Foucault, eleştirinin kim olduğumuzu, rasyonalite ve insanlığın ne olduğunu bulmamıza yardımcı olacağını söyler. Dolayısıyla Foucault’a göre eleştiri, eylemlerimizin öznesi olma sürecinin nasıl gerçekleştiği üzerinde durur. Diğer bir deyişle, ben’e dair eleştirel yaklaşım, bir teori veya metafizik değil öznenin ne olduğuna dair pratik, ahlaki ve politik bir  yaklaşımdır.

“Özgür irade” ve “bağımsızlık” gibi kavramlar tam da bu noktada devreye girer. Bilişselci bir filozof, beyin söz konusu olduğunda bağımsızlık ve özgür irade türünden bir şeyin ortadan kalktığını söyleyecektir. Katı bilişsel çerçeve içinde ne özgür iradeye ne de özgürlüğe yer yoktur: Kararlarımız şeffaf, belirsiz, nesnel beyin süreçleri tarafından meydana getirilir ve bu süreçlerin hiçbirinden sorumlu olmadığımız için eylemlerimizin yol açtığı politik bir sorumluluktan da söz edemeyiz. LeDoux’nun ortaya koyduğu yargının hala çok metafizik bir karakter taşıdığını ileri süren Metzinger, epistemik açıdan ele alındığında, özne kendi iç dünyasından, nöronlarından, beyninden haberdar olamadığı için aslında sinapsların bize ait olduğunu dahi söyleyemeyeceğimizi, bu nedenle “benim beynim” şeklinde bir ifade kullanmanın anlamsız olduğunu dile getirmiştir. Dolayısıyla, “Sen kendi sinapslarınsın (You are your synapses)” yerine “Sen bir grup sinapstan ibaretsin (You are a bunch of synapses)” demek daha doğru bir kullanım olacaktır: Beynin kendi kendini izleyen bir iç gözü ya da hisseden ayrı bir duyusu yoktur ve öznenin bakış açısından bilinç kadar beyin de şeffaf ve ulaşılmazdır. Kalbimizi hissedebilir ya da deneyimleyebiliriz, fakat beynimizin öznel deneyimine sahip olmamız imkansızdır.

LeDoux’un öne sürdüğü yargının son terimi olan “sinaps”ı tartışarak analizini sürdüren Malabou, birbirine düşman iki gelenek arasındaki uyuşmazlığın belki de bu terim aracılığıyla çözülebileceğini ifade etti. İlk olarak 1897 yılında Charles Scott Sherrington tarafından kullanılan “sinaps” kavramı, beyindeki olası tüm işlevleri (algı, hafıza, duygu ve düşünme gibi) gerçekleştirmek amacıyla nöronlar arasındaki iletişimi sağlayan etkileşim kanallarına işaret eder. Genetik altyapı tarafından belirlenen yönleri olmasına rağmen sinapsların organizasyonunda kişinin bizatihi yaşadığı deneyimler de çok yüksek bir rol oynar. Bahsedilen bu bağlantı noktası, hareketsiz ve değişmez değil aksine dinamik ve değişkendir. Beyinde herhangi bir eyleme karşılık gelen sinaptik bağlantılar o eylem tekrar edildiğinde sağlamlaşıp boyut olarak büyürken, kullanılmadıkları zaman incelir ve zayıflarlar. Sinapsların en basit şekliyle ifade edilen bu nitelikleri “plastisite” olarak adlandırılır. Bu özelliği sayesinde beyin kendisinin dışındaki birtakım etkenler aracılığıyla şekil alabilirken aynı zamanda kendisine şekil de verebilir.

Birbirine düşman iki felsefi geleneğin arasında bir diyalog kurabilmek için beynin bu plastik karakterine başvuran Malabou, her ne kadar bilinçliliğin kaynağına ulaşılamasa da, plastisite sayesinde eşsiz kılınan her beynin bir diğerinden farklı bir öznellik ve bireysellik ortaya çıkardığını savundu. Klasik anlamdaki gibi bir bilinç olmayabilir ya da bilincin kaynağına erişilemeyebilir fakat plastisite sayesinde her beyin biricik olduğu için bir bireysellikten ve öznellikten söz edilebilir. Dolayısıyla, bir taraftan bilişselcilerin savundukları gibi beynin şeffaf bir karakterde, diğer taraftan da plastik karakteri nedeniyle her bir beynin kişisel ya da öznel bir organ olduğunu söyleyebiliriz.

Konuşmasının sonlarında Malabou, öznelliği mümkün kılan plastisite’nin sorumluluk için gereken zemini de oluşturduğunu belirtti. Plastisite sayesinde, her iki geleneği de dışlamadan, eylemlerimizden sorumlu birer özne oluşumuzu temellendirmiş oluruz. Ancak plastisite’nin her iki gelenek için farklı bir karşılığı olduğunu da hemen eklemek gerekiyor: Foucault, tarihselliği içinde öznenin kendi kendisini şekillendirmesiyle ya da icat etmesiyle kurulan plastisitenin politik olduğunu (politik plastisite) söylerken; Metzinger gibi bilişselcilerise, yaşam içinde edinilen her deneyimin beyindeki sinaptik bağlantıları dönüştürdüğünü ileri sürerek plastisitenin biyolojik olduğunu (biyolojik plastisite) ifade ederler. Diğer bir deyişle plastisite hem tarihsel hem de biyolojik bir karaktere sahiptir. Böylece, eylemlerimiz veya tercihlerimiz benliğimizi inşa edip ve dönüşeceğimiz insanı belirlediği için politik açıdan sorumluluk kavramı varlığını sürdürmeye devam ederken, özgür irade ve sorumluluk kavramları biyolojik açıdan da ele alınabilir bir hal alıcaktır.

________

* Progralmın orjinal başlığı “Toward a Critical Neurobiology”dir.

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.