Seyrüsefer: Afrika İzlenimleri

Serhat Orakçı 
Melville, 2005


Eğer Avrupa’yı tercih etseydim insanlar farklı düşüneceklerdi ve eminim ailem benim için kaygılanmayacaktı. Eğer Amerika’ya gitseydim insanlar adıma sevineceklerdi... Gözümüzde karanlığın hakim olduğu bu toprak parçasına gitme teşebbüsüme ise, birkaç ufku geniş tanıdığın dışında cesaret veren çıkmayacaktı.

İzlediğim bir kaç belgeselin dışında, Güney Afrika’ya dair herhangi bir malumatım yoktu; özgürlük savaşçılarının önderi Nelson Mandela’dan başka bildiğim bir isim de. Lisedeki tarih dersleri Avrupalıların Ümitburnu’nu keşfini öğretmişti ama önemi üzerinde fazla durmamıştı. Şu bir gerçek ki, Afrika’ya gitmek Amerika’ya gitmeye hiç benzemiyordu. İnsanın neyle karşılaşacağını bilemediği durumlarda yaşadığı tuhaf, tarifi zor duygularla yüklü olduğumu hatırlıyorum. Belirsizlik, o andaki hissiyatımı anlatan en kuvvetli sözcük sanırım. Her şeye rağmen hayatımda gerçekten ilginç bir şeyler yapacağıma olan inancım sonsuzdu.
Karlı bir kış günü İstanbul’dan ayrılmıştım. On iki saat sürecek uzun uçak yolculuğumuzun ilk durağı Dubai’ydi. Aradan geçen üç seneye rağmen o geceye dair anımsadığım en ilginç hatıra, uçağımız İran üzerinde yol alırken aşağı baktığımda Tebriz şehrinin bir sazı andıran ışıklarıydı; bir merkezde toplanan sarımtırak ışıkların ince, uzun bir hat halinde uzanışı... Manzara, binlerce metre yüksekten bakıldığında ışıl ışıl parlayan bir sazı andırıyordu.
Ayaklarımın uyuştuğu sıkıcı uçak yolculuğu boyunca Ümitburnu’nu keşfeden Avrupalı serüvencileri düşündüm. Yüzlerce yıl önce gemilerini Cape Town’a demirleyerek ıssız bir karaya ayak bastıklarında, daha öncesinde varlığından bile haberdar olmadıkları bu beldede neler hissetmişlerdi acaba! Yorgunluktan bitap düşmüş, elinde parlayan kılıcıyla önde yürüyen bir kaptan ve peşi sıra onu takip eden yorgun askerler canlandı zihnimde. Ağaçları kendisine siper etmiş, medeniyetten habersiz bir grup sözde yamyamsa, gördükleri esrarengiz ziyaretçileri korku ve endişe içinde seyretmekte. Ellerinde mızraklar, yüzlerinde rengârenk boyalarla siyah adamların kafası oldukça karışık olmalı: yoksa gelenler tanrı ve çocukları mı? Tarih kitaplarından aklımda kalan bir sahneydi bu, aynı sahne daha sonraları Amerika’nın keşfinde de kullanılacaktı.
Bir dönem, her şeyden uzaklaşarak başka diyarlara gitmeyi çok istemiştim; yeni bir başlangıç yapmayı... İşte o zaman, önüme atlası çekip dünya haritasına ilk defa bir arayış içerisinde baktım. Hep sınırlarda gezinen gözlerim Afrika kıtasının en uç noktasına takıldı. Sonra peşi sıra hayaller kurdum. Nasıl bir yer burası, diye uzun uzun düşündüm. Yüksekçe bir kayalığa çarpan hırçın okyanus dalgalarını hayal ettim. Daha sonraları bu hayal de diğerleri gibi yok olup gitti. Bir gün hayalini kurduğum bu yere gideceğimi aklımdan bile geçirmemiştim. Güney Afrika yolculuğunu benim nazarımda anlamlı kılan etken de, bir zamanlar böyle düşlerle vakit geçirmemdi.
Çok da uzun bir süre geçmemişti ki Güney Afrika seyahati nasip oldu. Yok olup gittiğini sandığım düşleri tekrar görmeye başladım. Ne olursa olsun Ümitburnu’na gidecek, bir zamanlar kişisel tarihimde yer etmiş hayallerimi gerçekleştirecektim. Uzunca bir yolculuk hayallerle, ümitlerle, korkularla çabucak geçiverdi böylece.
“Johannesburg International Airport” yazılı tabelanın önüne geldiğimde artık Türkiye’de olmadığımı, bambaşka bir ülkenin topraklarına ayak bastığımı hissettim. Memleketimi, sevdiklerimi geride bırakmanın verdiği hüzünle, yeni tecrübeler edinmenin heyecanı arasında bocalıyordum. Etrafımda hiçte aşina olmadığım suratlara bakarken, zaman zaman diğer yolcularla göz göze geldikçe, kendi kendime nerede olduğumu hatırlamaya çalışıyordum. Yıllardır hizmet veren havaalanının kararmaya yüz tutmuş duvarları insanın içini bir kat daha daraltıyor, alışık olmadığım bir insan kokusu kendimi daha da kötü hissetmeme sebep oluyordu. Neyse ki pasaport işlemlerimiz kısa sürmüş ve çabucak dışarı çıkıp derin bir soluk almıştım.
Yabancıların Johannesburg, beyaz Güney Afrikalıların Joburg ve siyahların ise Jozı dediği şehir önümüzde uzanıyordu. Büyük bir hevesle arabanın camından şehri izlerken gördüğüm yüksek gökdelenlere akıl sır erdirememiştim. Oysa benim düşlerimdeki Afrika bambaşkaydı. İtiraf etmeliyim ki beklediğim Afrika ilkel ve vahşiydi. Ama önümde uzanan şehir hiç de ilkel ve vahşi bir hayata benzemiyordu; tam aksine oldukça modern görünümdeydi.
Görünen o ki, kış İstanbul’da kalmıştı; Johannesburg’da insanlar hâlâ yazın keyfini çıkarıyorlardı. Yorucu uçak yolculuğu dolayısıyla ilk birkaç günü dinlenerek geçirdim. Ani iklim değişikliği nedeniyle hastalanıp yataklara düşmekten çok korkmuştum ama bunun beklediğim gibi çok büyük bir etkisi olmadı.
Bu coğrafyaya ait ilk izlenimlerim, ülkenin kendisi gibi rengârenk: Hava tertemiz, bulutlar yere yakın, toprak sarı, ayın şekli değişik, suç oranı yüksek, evler tel örgülerle kaplı, alt yapı mükemmel. Paraların üzerinde vahşi hayvan resimleri var. Hintlisi, Malayı, beyazı ve siyahıyla çok çeşitli bir insan coğrafyası, çok canlı bir kültürel hayat. Müslümanlar azınlık ama zengin. Şehrin değişik semtlerinde yeteri kadar cami mevcut. Hayat, koşuşturmacadan uzak, yavaş bir seyirde akıyor. İş yerleri dörtte kapanıyor. Yoksul sayısı fazla, AIDS oranı yüksek. On bir resmi dile, üç başkente sahip. İngilizce hemen hemen herkesin bildiği ortak dil. Kabile dilleri hâlâ konuşulmakta. Beyazlarla siyahlar arasındaki gelir dağılımı arasında ciddi uçurumlar var. İşsizlik oranı yüksek.
Afrikalılar dünyadaki gelişmelerden habersiz değiller. Ayaküstü sohbetlerimizde eğer son dünya kupasını izlemişlerse, hemen Hasan Şaş, Hakan Şükür… sıralamaya başlıyorlar. Müzik ve sinemayla ilgililerse, Tarkan, Candan ya da Cannes’ten ödüllü Uzak filminden bahsediyorlar. Ahmet Davutoğlu’nun, Halil İnalcık’ın çalışmalarını takip eden üniversite öğrencilerine ve Orhan Pamuk romanlarının İngilizce çevirilerine rastlamanız mümkün.
Güney Afrika Müslümanları bilhassa Osmanlı hayranı. Osmanlı Devletinin gönderdiği alimleri, para yardımlarını, hediyeleri hâlâ unutmuş değiller. Her fırsatta minnettarlıklarını dile getiriyorlar. Bütün bunlar karşısında Türkiye’den Güney Afrika’nın ne kadar tanındığını sık sık düşündüm. Biz Afrika denilince -bunda Türk televizyon kanallarının da önemli etkisi var- dinlediğimiz yamyam hikâyelerini ya da izlediğimiz yamyam filmlerini anımsıyoruz sadece. Hiç değilse, Afrika’da düzenlenen film festivallerini, basılan edebi eserleri, akademik çalışmaları ya da çıkan albümleri takip eden kaç kişi gösterebiliriz?
Günler geçtikçe ülkeyi daha yakından tanımak gerektiğini anladım. İşe, sağdan soldan ismini duyduğumuz yazarların kitaplarını okumakla başladım. İçlerinde Alan Paton ve J.Coetzee’nın eserleri büyük kazanımlardı benim için. Afrika edebiyatı, Afrika’da müzik, Afrika sinemaları derken daha önce varolduğunu hiç bilmediğim zengin bir hazinenin başında buluverdim kendimi. Her alanda verilmiş çileli ve büyük eserlerden oluşan gizemli bir hazineydi bu. Kölelik, bağımsızlık mücadeleleri, savaşlar, kabilesel inançlar, efsaneler, yoksulluk, AIDS, aşk... Elbette bütün bu malzemeyi hünerle yoğuran, ismi az bilinen Afrikalı bilgeler vardı daha epeyce yol almamı sağlayacak.
Sonunda sabırsızlıkla beklediğim an gelip çattı ve Cape Town gezisi esnasında Ümitburnun’da unutulmaz bir gün geçirdim. Sert ve yüksek kayalıklar, hırçın okyanus dalgaları, olanca hızıyla esen adını bilmediğim bir rüzgâr... Issızlığından hiç şüphe etmediğim Ümitburnu dünyanın dört bir yanından gelmiş turistlerle doluydu. Yaşadığım hayal kırıklığı uzun sürmedi; vaktin ilerlemesiyle birlikte, güneş Atlas Okyanusu’nu muhteşem renklere bürüyerek batmaya başladığında kalabalık dağıldı; aradığım sükûnet yanımdaydı.
Kısa bir süre sonra kendimi Güney Afrika’daki hayata alışmış buldum. Eski İngiltere sömürgelerinden olan ülkede, trafik İngiltere’deki gibi soldan işlediğinden en çok zorlandığım şey trafik kurallarıydı. Bu duruma ancak bir kaç ciddi kazadan kıl payı kurtulunca intibak edebildim. Bir kez alıştıktan sonra önceden ilginç görünen şeyler artık görünmez oldu. Gördüklerime, duyduklarıma önceki kadar şaşırmadım. Dostlar, arkadaşlar edindim, sokaktaki insanlara karıştım. Başlarda kırık İngilizcemden dolayı ağzımı açar açmaz nereli olduğumu soranlar, sonradan onu da sormaz oldular. Sadece ben Afrika’ya değil, Afrika da bana alıştı zamanla.

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.