- الصفحة الرئيسية
- المنشورات
- BULLETIN ARCHIVE
- Issue 63 Year: 2007
- Hikaye-Ada'da
Hikaye-Ada'da
Nermin Tenekeci
Dumdutıstıstıss durim durida
Adada on altı bin dört yüz doksan beşinci günüm… 46 yılı 365 ile çarptığımda yaklaşık rakam bu.
Burayı ben seçmedim; burası da beni. Alınyazılarının birleştirdiği iki tarafız sadece.
Yapılacak pek bir şey yok. Bekliyorum… Gün geliyor tavan arasındaki odamda, bir çivi gibi, bir ize-izleğe takılı kalıyor gözlerim. O izlerin-izleklerin peşinde bir kıpırtı arıyorum ki duldasına kıvrılayım. Canıma kıvrılayım. Gün geliyor ışıkta uyumayı deniyorum. Yüksek sesli müzikte mesela. Bir film seyrederek. Balık kokusunu yok, limon kolonyasını var sayarak. Çarşafları değiştirmeli, diyorum. Sonra bu sehpa burada ters, bu kapının aralığından sızan soğuk insanı çıldırtıyor. Sarmaşığın yapraklarını sayıyor, bir yaprak daha açtı, diyorum. Bir yaprak açtığında bir yaprak döküyor. Kendince bir dengesi var ve ne ölü, ne diri durup duruyor toprağında (bana benziyor). Kansız, sessiz beliriyor kadim bir anı bazen. Bir denizin ayaklarımın altından çekilmesine, dağların yerinden oynamasına benziyor yitip gitmesi; eski bir dostu kaybetmeye.
Neftî bir leke gibi yapıştığım kanepede rasgele çektiğim bir şiir kitabının sayfalarını karıştırdım. “Bir ruhun soğuması” cümlesinin altını çizdim. Neredeyse kendisine yas tutacak birisi için daha tanımlayıcı bir mısra var mıydı? Bir ruhun soğumasıydıkendine soğumak. Bir buz duvarına toslamak ki, beberuhi tarafımı bir an budayıp, çekip gideceğim diyebilsem mesela ta ciğerden; hafifletsem uyuşmayı. Bal sürebilsem dudaklarımın iki kenarındaki derin çukura ki camda sinek ölüsü günler geçse. Pul pul döksem yüzümün çiğ mavisini. Bakır rengi çadırlar kursam gökdelenler ülkesine. Otel odası kadar yabancı-yabansı kalsam bu yere; hatta düşman: silahlı, saldırgan.
(İnternetten banka hesabımı kontrol ettim; kiralar yatmış. Kredi kartı borçlarımı ödedikten sonra bir sonraki ayın hesabına üç DVD satın aldım.)
Adada on yedi bin üç yüz yirmi birinci günüm… Kırk sekizinci yıl.
Biraz vakit geçirmek, biraz da tüm bedbinliğime rağmen hâlâ içimde çırpınıp duran bir iki isteği bir iki ışıltıyla perçinlemek için –bazen biri, bazen diğeri ağır basıyor- hayat hikâyemi yazmaya karar verdim. Fakat benim diye başladığım bu hikâye, bittiğinde eminim ki anne-babamın, idealist bir öğretmen ile ölüsünü bile denize bağışlamış küskün bir adamın hikâyesine dönüşecek; Müberra ve Tarık Gürsoy’un. Biri kökleriyle toprağa ne kadar tutunduysa diğeri o kadar kaçtı ve beni tam arada bir yerde bıraktılar; yol ayrımının eşiğinde. Annem, ömrünü Vatandaşlık Bilgisi dersine; dersini -değil mi ki insan toplum içinde yaşamak mecburiyetinde olan bir varlık- temel hak ve ödevlere, cumhuriyetin temel niteliklerine ve yerel yönetimlere adayan bir idealistti. Babamsa, bir sabah –şiddetli bir münakaşanın ardından- ansızın bir adaya, Burgaz’a çekip giden, dört yıl boyunca sadece kartpostallarıyla avunabildiğim bir çılgın. Ne annemin git deyişini bağışladı, ne de kendisini adadan koparabildi. Cesedini bile karaya çok gördü. Yine de, ikisinin gölgesinde bir kırıntı olarak kalsa da, tutkuları ile –ve hatta bedeni ile- işi biten birinin, bir yurtsuzun, Kubilay’ın, yani benim yazıyla hesaplaşmam bu. Yoksa kelimelerle mi demeli? Evet, bedenimle işim bitti artık… Kesif bir küf kokusunun ağır ağır yaklaştığını hissediyorum. Şiddeti, hafif esen bir rüzgârın yumuşak dokunuşlarla tül gibi dalgalandırdığı bir gölün kıpırtısına ancak erişebilen kırk sekiz yılın sonunda, kadife perdelerin arasından ince bir ışığın süzüldüğü loş odamda, sıcak, yumuşak ve derin yatağımda ömrümün sona ermesini bekliyorum. Babamın çekip giderken bıraktığı, benim yıllar yılı çekmecelerde kilit altında tuttuğum fotoğraflar, haritalar, gazete kupürleri, sayfaları aşınmış defterler, mektuplar ve hatta savaş tutanakları eşlik ediyor bana; zengin koleksiyonu.
Bekliyorum… Ormanın dibinde pusuya yatarak, tüfeğini doğrulttuğu yerden su içmeye inen bir ceylanın ayak tıpırtısını bekleyen bir avcı gibi pürdikkat. Ne, ülküleriyle yaşayan, ülküleriyle ölen annem gibi huzur bulacağım; ne de ruhunu şövalyeliğin tutuşturduğu babam gibi macera arayacağım. Hem bu köhne yere sığamayacak, hem bu yerden kaçamayacağım. Bir en uca, bir en dibe varacağım… Sadece takvimlerden düşeceğim. Göğsümün yerli yersiz tıkanmasından anlıyorum bunu. Soluğumun derin yatağında inlemesinden. Ne kadar çok ve ne kadar gereksiz teferruattan.
(Postacı su ve elektrik faturalarını getirdi bugün. Geçen aydan daha ürkünç bulmalı ki beni koşar adım bahçeden çıktı.)
Adada on yedi bin beş yüz yirminci günüm; Kırk sekiz buçuk yıl.
Kanım geride yağlı bir uyuşukluk bırakarak damarlarımdan ağır ağır çekiliyormuş, ya da koluma serum bağlanmış, yahut narkozla uyuşturulmuş gibi, tembel tembel yatarak, öğle yemeği için bile kalkamadan geçirdim pazarı. Kaldı ki bir meslekte karar kılmak yerine kira geliriyle avunan biri için pazarın diğer günlerden bir farkı yoktu. Yatakta döndüm durdum; uyudum uyandım, uyudum uyandım. Uyku ile uyanıklık arasında, yattığım yerden televizyon izledim. Televizyonun sesi boş bir teneke misali odada yankılanıp durdu. Bir ritmim yoktu; ve ritimsizlik kadar kötü bir şey.
Böyle sürecek. Çizginin üzerinde durduğum yeri kanıksadım: yönümü, önümü ve tırnak izlerimi geçirdiğim yerleri dahası. Atardamarlarımın attığı ve atmadığı anlar var. Attığında bu genişlik demek, atmadığında ölü zamanların çoğalması. Ayak sürçmeleri, dil sürçmeleri hep bu atmayan-akmayan anlara mahsus. Bilmiyorum hangi kıvılcım, bendeki derin buzul suları eritmeye yeter?
(Büfeci büfesini kapattı. En yakın market bir kilometre ötede. Mutfaktakilerle üç gün idare ettim. Biraz daha dayanabilirim sanırım.)
Adada on yedi bin dokuz yüz seksen beşinci günüm; kırk dokuz buçuk yıl.
Dışarıda geçirdiğim lodoslu bir günün ardından eve vardığımda, nicedir zincirinden boşanmış fakat yine de üstten üste bastırıp durduğum çığlığım koynumdan fırladı. Yıllardır kendi kanımla beslenen ve semirdikçe semiren korkunç ağzıyla günün kırıntılarını topladı. Kirli bir suyla dolu kırık bir çanak tuttu yüzüme, bak ve ne gördüğünü söyle, dedi. Ben o suda yazgımı gördüm. Yüzümün yıkık, harabe duvarlara çarpıp durduğunu sesimin; bir görkeme, bir serinliğe tutunamadığını. Bu yüzden kendime diş biledim. Bıçak sırtı gibiydim kendime. Değerli bir eşya parçalandığında, en ilkin duyulan, bir an içimizi kavurup geçen o yalım ateşinin, bir ömre yayılan isini taşıyorum içimde kırılan şeyler karşısında. Bu yüzden, o pis suyla dolu çanakta bir köpüğe varamasa da kabarcıklar aradım ve korkarım bir çarşaf siluetiydi bana gözüken.
(En eski kiracım zammı çok bulup depoyu boşalttı, yeni birisi için emlakçıyı aradım. Silent Hill ve Age of Empires oyunlarıyla epeyce vakit geçirdim.)
Adada on sekiz bin beş yüz on dördüncü günüm; elli bir yıl.
Hukuk fakültesinin son sınıfındaydım ve tecrübe kazanmak için bir hukuk bürosunda çalışıyordum yarım gün. İhbarnamelere, taahhütnamelere, dava dilekçelerine, mahkeme tutanaklarına değip geçiyordu parmaklarım. Dosyalıyor, dosyalarından çıkartıyor sonra tekrar yerlerine yerleştiriyordum. Sayfalara iğreti tutturulmuş, kısacık bir an görüş alanına giren yüzleri, onlara bir ömür biçmeden üst üste istifliyordum. Belki de yirmi yıl umarsızca bu işe devam edebilirdim. Neyi nereye koyacağını bilmeye bakıyordu neticede. Ancak bir sabah, tozlu mu tozlu bir resim bu yürüyen çarkın dişine takıldı ve halat hızla geri sardı; ta en başa: “Hizaya gel! Düz sıra ol!”
Hizaya gel! Düz sıra ol! Bir maratondu bu, oluk oluk insan. Zihnimizi zehrimizi kusardık teneffüslerde. Benden bildiğim, benim bildiğim bir teskinsizlik sağlamca kuruldu otağına. İflah olmaz, kaçınılmaz bir sondu bu ve her şey sustu. İyi günler dilemedi Demirbank. Ben tören alayındaydım henüz çığlığımdan habersiz. Sol elim gökyüzüne doğru şaha kalkmıştı şiirin ikinci dizesinde. Başını dik tut, bakışlarını yukarı kaldır demişti Müberra öğretmen. Müberra öğretmen, -okulda annen değil, öğretmeninim diyordu sürekli- parlak ojeli, parlak çizmeli, kadife ceketli, uzun kocaman elli bir güldü asfalt bahçede. Asfalta yapışmıştı çizmelerinin bir ileri, iki geri içimizi titreten ritmi.
Başımı dik tutuyordum bir kumandan gibi. Derken salya sümük bir ağlamak üçüncü dizesinde şiirin. Alnımdan öptü müdür Tevfik Gülmez: Yaşa, bravo! Kırmızı kurdeleli bir dolmakalem kutusu tutuşturdu elime. Evlerden, yüzlerden, sokaklardan geçtikçe teskinsizliğim büyüyordu benimle ve artık hırıldıyordu içimde, uluyordu.
(Bütün gün film müzikleri dinledim bugün. Clint Mansell’in Cleaning Apartment parçasını defalarca çaldım.)
Adada on dokuz bin on dördüncü günüm; elli iki buçuk yıl.
Hayat hikâyemde, babamı anlatacağım sayfalara geldim; fakat nasıl ve nereden başlayacağıma hâlâ karar veremedim. Gittiğinde yedi yaşındaydım. Yedi yaşında bir çocuk babasıyla ilgili ne kadar iz sürebilir? Sadece bir siluet; birkaç karaltı, sönmek üzere olan bir iki ışık huzmesi, bir iki kırık sözcük. Oysa ne büyük bir boşluktu yokluğu! Parmakta ince ince kanayan bir kesik gibiydi. Öldürmeyen ama acı tadı uzun süre söküp atılamayan bir kesik. Ya da kırda bayırda arsızca biten, etraflarında dolandıkça dikenleri kollara ve bacaklara ince kırmızı şeritler açan çalılar gibi. Kısa sapları üzerindeki küçük, oval yapraklarını aralayıp minik, turuncu çiçeklerine uzandıkça tırtıklı, ince, kırmızı çizgiler suyu çekilmiş bir bataklığa çevirir kol ve bacakları. Her yeni çizgi, bir sinek ısırığı gibi önce bir an keskin bir acıyı sonra da bu bir anlık acının, saniyenin onda birinde saldığı zehirle yumuşak bir uyuşmayı davet eder. Babam bu acı tadın ta kendisiydi. Yoktu ve yokluğu varlığını büyütüyordu. Av köpekleri nasıl burun deliklerinin küçük tüylerini titreterek kilometrelerce ötedeki bir avın kokusunu hemencecik alıverirse evimize adım atan herkes de, birkaç basit tahrilden ibaret haliyle bile, babasızlığın bu evin kapılarını saran katı boşluğunu hissedebilirdi.
Çok sonraları anlayabildim, çekmeceleri günbegün çoğalıp keşifleri arttıkça, evle arasındaki ikircikli bağını daha da körelttiğini. Annemle aynı evde ayrı ayrı yaşayan iki kişiydiler nihayetinde. Dervişlerin, öbür dünyanın maneviyatına sığınmaları gibi, güçlü, saydam düğümlerle kendisini bir başka yaşantıya adamıştı. Nicedir odası mabediydi; çekmecelerinden dökülenlerse kutsal metinler. Mabedini bir başka yere taşıması an meselesiydi ve hiç şaşırtmadı annemi.
(Adres sormak için iki yabancı geldi kapıya. Yeni açılan bir alışveriş merkeziymiş. Hiçbir fikrimin olmadığı söyledim. Birazdan 2001: A Space Odyssey’i izleyeceğim beşinci defa. Kubrick’e hayranım.)
Adada on dokuz bin on dördünc…
Dayımın yarım kalan romanı burada, daha üçüncü sayfada bitiyor. Belli ki bir ada romanına sıvanmış, şehirli bir Robinson’un, kalabalıklar içinde bir yalnızın hikâyesini yazmak istemiş; dört tarafı derin izler-izleklerle çevrili bir adam için bir şehir bir adadan başka nedir? Ancak hepi topu üç sayfa sürükleyebilmiş, şehri adası, kulübesi odası olan kahramanını! Karısının, emekli oldu olalı gün boyu odasından çıkmıyor, serzenişlerine göre yüzlerce sayfayı bulması gerekirdi oysa. Görünen o ki, tamamlayamamasının sebebi ömrünün vefa etmeyişi değil, şehirde tıkanıp kalmışlığıydı. Kız arkadaşım, belki sen devam edersin, diyor. Dudak kıvırıyorum:
“Benim kelimelerim resim vermeli. Bir senaristle bir romancının en büyük farkı.”
Hem ada dediğin ne ki, dört tarafı denizlerle çevrili kara parçası.
Doktoramı başarıyla savundum. Fenerbahçe sezon şampiyonu. Konsere iki bilet buldum; dünyaca ünlü ritim grubu Stomp’a:
Dumdutıstıstıss durim durida.
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO