- الصفحة الرئيسية
- المنشورات
- BULLETIN ARCHIVE
- Issue 66 Year: 2008
- İran’da İslâm Felsefesi(Dünü, Bugünü)
İran’da İslâm Felsefesi(Dünü, Bugünü)
Abuzer Dişkaya
1 Mart 2008
Değerlendirme: Erdal Yılmaz
Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından tertip edilen Dîvan toplantılarının Mart ayı konuğu olan İran’da İslâm Felsefesi ve Kelamı alanında lüksek lisans yapan Abuzer Dişkaya, “İran’da İslâm Felsefesi (Dünü, Bugünü)” başlıklı sunumunu dinleyicilerle paylaştı.
Dişkaya, İslâm Felsefesi ibaresinin kullanımı konusunda bir mutabakat oluşmaması hasebiyle ihtiyatlı davranmak gerektiğini söyleyerek sözlerine başladı. İran’da İslâm felsefesinin nasıl bir seyir takip ettiğini anlatmadan önce genel olarak İslâm felsefesinin geçmişine dair kısa bir değinide bulunmanın iyi olacağını ifade ederek şunları söyledi: “İskenderiye’de Antik Yunan’dan kalan miras üzerine yapılan çeşitli çalışmalar, hicrî ikinci yüzyılla birlikte İslâm dünyasına aktarılmıştır. Bu çevirilerin öncesinde, Mu‘tezile adıyla anılan Müslüman düşünürlerin, aklı temel alarak nassı açıklama çabalarının sonucunda oluşturdukları birikim, felsefeyle meşgul olanlara önemli imkânlar sağlamıştır. Müslüman filozofların ilki olarak kabul edilen Kindî, genellikle felsefe terimlerine Arapça karşılıklar bulmaya çalışmış, Fârâbî ise Kindî’nin hazırladığı zeminde daha da ilerleyerek kendisinden sonra gelecek olan İbn Sînâ için uygun ortamı oluşturmuştur. Meşşâî felsefe geleneğinin zirve ismi olan İbn Sînâ, kendisinden önceki birikimi bir üst noktaya taşıyarak felsefî bir sistem içinde tutarlı bir şekilde işlemeyi başarmıştır.”
Meşşâî felsefenin temel özelliğinin, istidlalî akılla yani mantık kurallarına riayet eden akılla bütün varlık katmanlarının hakikatinin elde edilebileceği düşüncesi olduğunu söyleyen Dişkaya, bu felsefe geleneğinin söz konusu özelliğinden dolayı mutasavvıflar ve mütekellimler tarafından eleştirildiğini belirtti. Kelamcıların eleştirilerinin gerekçelerini ise şu sebeplere dayandırdı: “Birincisi, Meşşâî felsefe geleneğinin burhanî yöntemle, Allah’ın ilmi, âlemin kadim olup olmadığı ve cismanî haşr meselelerinde elde ettiği sonuçların kelamcıların anladığı dinle örtüşmemesi; bir diğeri ise aklın bazı metafizik hakikatleri elde etme yetisine sahip olmamasıdır.” Gazzâlî’nin, istidlalî akıl ile tüm varlık mertebelerinin hakikatinin keşfedilemeyeceği eleştirisinin Gazzâlî sonrası İslâm dünyasında gittikçe kabul görmeye başladığını belirten Dişkaya, bu eleştirinin dikkat çektiği eksikliği vahiy yoluyla tamamlamaya çalışan Felsefî Kelam Okulu ile yine bu eksikliği keşf, şühûd ve müşahede yoluyla gidermeye çabalayan İrfanî Okul’un ortaya çıktığını dile getirdi. Bu iki okulun felsefeye dışarıdan yaptığı eleştirilere içerden bir üçüncüsü, yani Sühreverdî’nin eleştirisinin de katıldığını belirtti. Dişkaya, Sühreverdî’nin temel görüşünü ise şöyle özetledi: “Sühreverdî, istidlalî akılla ulaşılamayacak hakikatlere, nefsin, riyazet yoluyla günahlardan arınması sonucu ulaşabileceğini iddia etmiş, istidlalî ve kıyasî bir yöntem üzerine şühûdî bir felsefe kurmuştur.” Meşşâî felsefeye içeriden ve dışarıdan yapılan eleştirilere, bu geleneğe mensup İbn Rüşd ve Nasîruddîn Tûsî gibi isimlerin cevaplar verdiğini ifade eden Dişkaya, ancak Tûsî’nin Konevî’ye istidlalî aklın irfanî hakikatleri keşfetmede yeterli olamadığı şeklindeki itirafının da gösterdiği gibi, Gazzâlî tarafından bu geleneğe yapılan eleştirinin iyice yerleşmiş olduğunun görüldüğünü belirtti.
İslâm felsefesinin İran’daki serüveninin özellikle on beşinci yüzyılda Şiraz Okulu’nun ortaya çıkmasıyla belirginlik kazandığını söyleyen Dişkaya, bu okuldan hassaten Saadeddin Deştekî, Gıyaseddin Deştekî ve Celaleddin Devvânî’nin isimlerini zikretti ve bunların aynı zamanda din adamı olmalarının önemini vurguladı. İran’da İslâm felsefesinin seyrinin, Safevî Rönesansı döneminde Sünnî ilim merkezleri olan Bağdat ve Nişabur’un karşısına bir Şiî ilim merkezi haline getirilen İsfahan Okulu’nun çıkarılmasıyla değiştiğini söyledi. Çünkü İsfahan, birçok Şiî âlimin gelerek ders vermeye başladığı ve Molla Sadra’ya ortam hazırlayan, özellikle Mir Damad, Mir Findiriskî ve Şeyh Bahauddin gibi önemli isimlerin ikamet ettiği bir yer olmuştur. Dişkaya, bu isimlerden Mir Damad’ın “mahiyet’in asıl vücûd’un itibarî olduğu” ilkesi ile hudûs-ı dehrî (sonsuz yaratma) öğretisinin Molla Sadra açısından önemli olduğunun altını çizdi.
Dişkaya’ya göre söz konusu okulun en önemli siması, Gazzâlî ile başlayan süreci kendi sistemi içinde nihai noktasına ulaştırmış olan Molla Sadra’dır. Çünkü Molla Sadra kendisinden önce yapılamayanı yapmış; yani kelam, akıl ve irfanı bir araya getirmiştir. Bunu nasıl başardığına gelince, iki bilim dalının birbirinden ayrımının ya konusu ya yöntemi ya da amacı itibariyle olması gerektiği genel kuralını aktaran Dişkaya, Molla Sadra’nın kelamı, irfanı ve felsefeyi amaçta birleştirdiğini ifade etti. Vahiyle bildirilen, istidlalî akılla kavranan ve şühûdla keşfedilen hakikatin aynı hakikat olduğuna inanan Molla Sadra, bu hakikati felsefesinin en temel ilkesi olan asalet-i vücûd ilkesi ile açıklamaya çalıştı. Dişkaya, bu ilkenin ne anlama geldiğini özetle şu şekilde açıkladı: “Molla Sadra, buradaki mahiyet’i tamamen zihnî bir kavram olarak ele alıyor, vücûd’u da mutlak yokluğun karşıtı olarak kullanıyor ve dış âlemde var olan şeyin de vücûd olduğunu, mahiyet olmadığını söylüyor. Hakikatin tek olduğunu onun da varlık olduğunu, ama mutasavvıfların anladığı anlamda bir değil, mertebelerden oluşan bir birlik olduğunu, bunun da kısaca çoklukta birlik ve birlikte çokluk ibaresiyle özetlenebileceğini zikrediyor.” Daha sonra Dişkaya, Molla Sadra’nın cevherî hareket yani “Var olan her şey zatı itibariyle hareket ediyor” ilkesi ile “ittihad-ı akıl ve makûl (akıl ve makûl birliği)” ilkesine de kısaca değindi.
Molla Sadra’dan sonra İran’da İslâm felsefesinin iki yüzyıl boyunca bir duraklama devri yaşadığını ifade eden Dişkaya, bu felsefede, Sadra şarihi ve bütün felsefe konularını ele alan Manzume adlı kitabın müellifi Sebzevarî’nin çalışmalarıyla birlikte tekrar bir canlanmanın yaşandığını söyledi. Bu geleneğin, sonraki dönemlerde Muhammed Hüseyin Tabatabaî eliyle Kum eğitim müfredatına sokulduğunu belirtti. Dişkaya, Tabatabaî’nin S. Hüseyin Nasr ve Murtaza Mutahharî gibi öğrenciler yetiştirdiğini ve bunların en önemli özelliklerinin Batı felsefesiyle İslâm felsefesini mukayeseli olarak ele almaları olduğunu ifade etti. Tabatabaî’nin bir diğer öğrencisinin, günümüzde İran Devrimi’nin resmî ideolojisinin yani velayet-i fakih öğretisinin ideoloğu haline gelen Misbah Yezdî olduğunu dile getiren Dişkaya, yine geleneksel tarzda felsefe yapan bir başka ismin Cemal Amulî olduğunu söyledi.
Geleneksel tarzda felsefe yapanların karşısında, üniversitelerde Abdulkerim Süruş, Mustafa Melikyan ve Müçtehid Şebusterî gibi felsefecilerin bulunduğunu, bunların modernist olmalarının yanı sıra geleneği de bir şekilde önemseyen, ona modern hayatta bir yer verme kaygısı taşıyan isimler olduğunu söyleyen Dişkaya, bu anlamda üniversitede bulunup da İslâm felsefesini savunan İbrahim Dinanî ve Tebrizli bir Azeri olan Yahya Yesribî’ye dikkat çekti. Bugünün İran’ında İslâm felsefesiyle ilgili kitapların aşağı yukarı aynı içeriği yansıttığını ve felsefenin kelama bir mukaddime olarak okutulduğunu belirten Dişkaya’nın, İslâm felsefesinin özelde İran havzasındaki serüvenini konu edinen keyifli sunumu, katılımcıların soruları ve katkılarıyla nihayete erdi.
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO