- ANA SAYFA
- YAYINLAR
- BÜLTEN ARŞİV
- SAYI 80 YIL: 2012
- Öznel Deneyim Mekânı Olarak Biyolojik Hafıza: Hafızanın Bilinç ve Benlikle İlişkisi
Öznel Deneyim Mekânı Olarak Biyolojik Hafıza: Hafızanın Bilinç ve Benlikle İlişkisi
Eyüp Süzgün
20 Ekim 2012
Değerlendirme: Zeynep Lübeyna Bilici
Sanat Araştırmaları Merkezi’nin yeni başlattığı SanatHafıza toplantı dizisinin ilk konuğu Eyüp Süzgün’dü. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünde “İndirgemeci-Olmayan Ben-Merkezli Bir Bilinç Yaklaşımı” konulu doktora çalışmasını sürdüren Süzgün, hafıza, bilinç ve benlik ilişkisi üzerinden “öznel deneyim” problemini içeren bir konuşma yaptı ve sanatın öznel deneyim mekânı olan “biyolojik hafıza”yla ilişkisine değindi.
Süzgün sunumuna hafıza, bilinç ve benlik sorunlarına genel bir girişle başladı ve bu meselelerin tarihsel arka planını ve ayrıştırıcı noktalarını aktardıktan sonra, temel mesele olan öznelliğe ve öznelliğin hafızayla ilişkisine değindi. Önce hafızayı kendi içerisinde tasnif eden nörobiyolojik yaklaşımları, ardından hafıza-bilinç ilişkisini açıklayan modelleri, son olarak da bu modellere benliğin eklenmesiyle insana özgü bir biyofiziksel zeminde ortaya çıkan öznel deneyim ve biyolojik hafıza meselelerini açıkladıktan sonra bunların sanatla ilişkilendirilmesi için temel sorularını gündeme getirdi.
Her insan tekinin daha sonra hatırlamak için mevcut dünyayı iç ve dış dünyada olmak üzere iki şekilde kodladığını/biçimlediğini söyleyerek sunumuna başlayan Süzgün, iç dünyada “biyolojik hafıza”, dış dünyada ise resim, mimari, yazı ve dijital kayıtlar gibi “yapay hafızalar” aracılığıyla kodlandığını ifade etti. Fenomenolojik açıdan ele alındığında, sahip olduğu biyofiziksel yapıdan dolayı insanın dünyayı belli bir bakış açısından (bir öznellik içinde) deneyimlemek zorunda kaldığını vurgulayan Süzgün, biyolojik hafızanın öznel mimarisinin bu deneyime ev sahipliği yaptığını, bu yüzden de öznel bir deneyim türü olarak sanat söz konusu olduğunda bu biricik bakışı mümkün kılan biyolojik hafızanın tartışmanın odağında olması gerektiğini belirtti.
Hafızanın “tarihi” ile sunumuna devam eden Süzgün, tarihsel bağlamda mitolojik hafıza ile modern hafıza anlayışı arasında ciddi farklılıklar olduğunu belirtti. “Mitolojik hafıza”, insanoğlunun bu dünyada bulunma durumunun ya da zihninin kendi gündemine getirdiği bir takım konuların (Tanrı, evrenin varlığı ve ölüm sonrası gibi) kökenleriyle ilgili merakının giderilmesine yönelik kozmogonik, teogonik veya jeneolojik anlatılardır. On sekiz ve on dokuzuncu yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlayan “tarihsel hafıza” ise daha çok kişisel anlatılarla tarihsel bir takım anlatıları bize ulaştırması açısından, mitolojik hafıza türünden ayırt edilir. Özellikle on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan bilimsel hafıza çalışmaları ise meseleye farklı bir boyut kazandırmış ve 1950’lerde ortaya çıkan bilişsel bilimler ile 1980’lerde bilişsel sinirbiliminde yaşanan gelişmelerin ardından hafızayla ilgili çalışmalar büyük oranda sinirbilimsel alana kaymıştır. Süzgün, sunumunu 80 sonrası tartışmalar çerçevesinde devam ettirdi.
İnsanın hayatını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu deneyimlerinin “depolandığı” yer olan hafıza, sinirbilimsel olarak içeriğe (örtük ve açık veya semantik ve epizodik gibi) ve zamana bağlı (kısa süreli, uzun süreli) hafıza şeklinde iki farklı açıdan sınıflandırılabilir. Ancak birincisinin ikincisi içinde değerlendirildiği tek bir sınıflama yoluna da gitmek mümkündür. Buna göre zamana bağlı hafıza kendi içinde “kısa süreli” ve “uzun süreli” hafıza olmak üzere iki sınıfa ayrılmaktadır. Dikkat işlevini yerine getirmede kullanılan ve çalışma belleği olarak da adlandırılan kısa süreli hafıza, daha çok algısal ve yüzeysel kodlamayla ilişkilendirilir ve az sayıda verinin (5-7 unsur) kısıtlı bir süre boyunca çevirim içi tutulduğu hafıza türüdür. Daha çok derin ve semantik kodlamayla ilişkilendirilen uzun süreli hafıza ise, bilgiyi çevirim içi tutarak hayat boyu saklanmasını sağlar. Bu hafıza türü de, bilinçli hatırlamadan bağımsız olan ve bu sayede kişinin daha hızlı iş yapmasını sağlayan örtük (hazırlama ve prosedüral bellek) ile en geniş biçimde bilinçli hatırlamayı sağlayan açık (epizodik/otobiyografik ve semantik bellek) hafıza olmak üzere içeriğe göre kendi içinde ikiye ayrılmaktadır. Hafızanın bu zamansal boyutu/karakteri aynı zamanda onun benzersiz yanını da oluşturur. Kişinin ister “şimdi” ve “burada” ile ilgili his, duygu ve düşünceleri olsun isterse zaman içinde geçmişe doğru zihinsel olarak yolculuk yapması olsun, hepsi ancak ve ancak hafızayla mümkün olmaktadır.
1980’lerde bilinç araştırmalarında meydana gelen hızlı yükselişle birlikte bilinçli farkındalığın doğasının da giderek aydınlatıldığını ve hafızanın bundaki rolünün daha bir belirginlik kazandığını belirten Süzgün, bilincin kabaca “bir kimsenin kendi deneyimlerinin fenomenolojik olarak farkındalığına sahip olmasını sağlayan zihinsel durum veya durumlar” şeklinde kabaca tanımlanabileceğini ifade etti. Bilinç ve hafıza ilişkisini modelleyen yaklaşımların “yapısal temelli” ve “işlevsel temelli” olmak üzere iki şekilde tasnif edildiğini aktaran Süzgün, öznel deneyimi işlevsel temelli teorilerin üç alt dalından biri olan “deneyim temelli” teoriler altında açıkladı. Ulrich Neisser ile Elden Tulving’in öncü çalışmalarıyla şekillenen ve diğerlerinden farklı olarak hafızanın bir depolama aygıtı gibi düşünülmediği bu teoriye göre, her hafıza türüne (prosedüral, semantik ve epizodik) farklı bilinç durumları (anoetik, noetik ve autonoetik) eşlik eder. Özellikle bilinç ve hafıza arasındaki ilişkiye dayanan bu yaklaşımlar ilerleyen dönemlerde farklı benlik türlerini de (örneğin Damasiocu ilkben, çekirdek ben ve otobiyografik ben şeklindeki üçlü tasnifi) içerecek şekilde genişletilmiş ve bilişsel psikologların bir bilgi-işlem sürecinin parçası şeklinde değerlendirdikleri hafıza artık bilinç ve benlikle birlikte öznel deneyimin merkezi haline getirilmiştir. Tulving’in anoetik, noetik ve otonoetik diye adlandırdığı üç bilinç türünden bahseden Süzgün, bunlardan otonoetik bilincin, öznel deneyimlerimizin temeli olan ve “hatırlama”yı veya zamanın öznel olarak deneyimlenmesini sağlayan epizodik hafızada bulunduğu bilgisini verdi. Dolayısıyla kişide öznel deneyim ancak epizodik bellek ve otonoetik bilinç gelişimiyle mümkün olmaktadır.
Hafızayı hem tarihsel bağlamda hem de sinirbilimsel açıdan teorik olarak ele alan Süzgün, bilinç ve benliğin dahil olmasıyla birlikte artık yalnızca insana özgü olan bir biyolojik hafızanın ortaya çıktığından söz edilebileceğini belirtti. Bu biyolojik hafızanın en temel niteliğinin ise, sanatın içinde konumlandırılabileceği öznel deneyim alanına “yer açması” olduğunun altını çizdi. En sonunda ise, hafıza-bilinç-benlik ilişkisi, biyolojik hafıza ve öznel deneyimin sanatla ilişkisine dair birkaç soruyla konuşmasını nihayete erdirdi.
- Mitolojik, tarihsel ve biyolojik hafıza bağlamında düşünüldüğünde, hem ontolojik hem de epistemolojik açıdan sanatı nasıl konumlandırmak gerekir: Sanat, hakikatin bilgisini mi yoksa sanatçının dünyada olma durumuna dair öznel deneyimlerinin bilgisini mi vermektedir? (Bu durumda sanatçı kimdir: Varlığın ve varoluşun bilgisini sunan bir ozan mı yoksa insana özgü bireysel içsel öznel dünyaya kapı aralayan, o dünyayı sanatsal bir yaratıya dönüştürecek şekilde değişik açılardan fotoğraflayan ya da onu özneler-arası bir alanda dolaşıma sokarak insan özüne dair bilgiye ulaştıran biri mi?)
- Tarihsel hafıza dikkate alındığında, sanatın büyük oranda işlevsel bir nitelik taşıdığı ve birtakım ideolojik amaçlar doğrultusunda kullanıldığı görülüyor. Acaba sanat, hafızayı ideolojik amaçlar için kullanabilir mi? Ya da ideolojik açıdan bir (toplumsal) hafıza kurmak için sanata başvurulabilir mi? (Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında insanlar geçmişlerini, yok olan hatıralarını yeniden inşa etmek durumunda kaldıklarında yaptıkları gibi)
- Bir bilince ve benliğe sahip olduğu için biyolojik hafıza öznel fenomenal bir karaktere sahiptir. Ancak bir öz taşımayan tüm yapay hafızalar hiçbir zaman bu öznel durumlara, fenomenal deneyimlere sahip olamayacağı için teknolojik imkânlarla gerçekleştirilen birtakım sanatsal faaliyetler (örneğin sinema, fotoğraf) bir hafızaya tekabül edebilir mi? Bununla bağlantılı olarak, yapay belleklere sahip akıllı sistemlerin (örneğin robotlar, bilgisayarlar) sanat eseri yaratabileceğinden söz etmek mümkün müdür?
- Biyolojik hafıza, dünyanın öznel bir bakış açısından içsel olarak kodlandığı insana özgü bir sistemse ve sanatın da ancak bu içsel öznel alanda kendisine yer bulabileceği kabul edilirse, bir sanatçı eliyle oluşturulmuş sanat eserinin başka bir kimse tarafından sanatçının sahip olduğu öznel bakış açısıyla yeniden deneyimlenebilmesi mümkün müdür? (Aksi durumda, sanatın bu içsel öznel alanda değil, öznellikler-arası bir ortak yaşam dünyasında konumlandırılması gerekecektir ki bu durumda da sanatçı ile eser arasındaki ilişkinin hakikati tartışmalı bir hal alacaktır.)
2024 Güz Programı
Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.
DETAYLI BİLGİ