- ANA SAYFA
- YAYINLAR
- BÜLTEN ARŞİV
- SAYI 60 YIL: 2006
- İbn Haldun ve Tarih Metodolojisi
İbn Haldun ve Tarih Metodolojisi
Yavuz Yıldırım
M A M D î v a n T o p l a n t ı l a r ı
31 Ocak 2006
Değerlendirme: Munise Şimşek
İbn Haldun’un 600. ölüm yıldönümü münasebetiyle düzenlenen Dîvan toplantılarının ilk konuğu, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Dr. Yavuz Yıldırım idi. İbn Haldun’un tarih metodolojisi hakkında bir sunum yapan Yıldırım, İbn Haldun öncesi İslâm tarih yazıcılığının tarzı, İbn Haldun’un getirdiği yenilikler ve etkileriyle ilgili değerlendirmeler yaptı.
İbn Haldun öncesi İslâm tarih metodolojisinin kendine has bir bakış açısına sahip olduğunu vurgulayarak konuşmasına başlayan Yıldırım, tarih ilminin bu dönemdeki iki farklı algılanış şekli hakkında bilgi verdi. Bunlardan birincisine göre, tarih ilmi İslâm ilimlerinin oluşum süreci içinde, başta hadis olmak üzere diğer ilimlerin bir yan kolu olarak ortaya çıkmış ve zamanla ayrı bir disiplin haline dönüşmüştür. İkinci algılayış tarzına göre ise tarih, bir ilim değil edebî bir türdür. Yine bu süreçte tarih, ne matematik veya geometri gibi aklî ilimlere ait bir disiplindir, ne de tefsir, hadis gibi naklî ilimler sahasına aittir. Bunların ikisi arasında bir işleve sahip olan İslâm tarih yazıcılığının bu döneminde siyer, megazi, biyografi türlerinin yanı sıra dünya tarihi gibi çeşitli eserlere rastlamak mümkündür.
İbn Haldun’un tarih yazıcılığına getirdiği yeniliği, tarihi “aklî bir bilim olarak ortaya koyma çabası” şeklinde tanımlayan Yıldırım, İbn Haldun’un bu amaçla sistemleştirdiği teoriyi izah ederek konuşmasına devam etti. Yıldırım’a göre İbn Haldun çalışmalarına kendisinden önceki tarih yazıcılığını eleştirerek başlar. Ona göre, aklî bir bilim dalı haline gelmesi zorunlu olan tarih, hadisin bir kolu veya edebiyatın bir türü değildir. Tarih, kendisine ait ilkeleri ve kriterleri olan aklî, felsefî bir bilime dönüştürülmelidir. Ama diğer türlerin birer alternatif olarak kalmasında bir sakınca görmez.
İslâm tarihçilerini her şeyden önce sebep-sonuç ilişkisine önem vermemekle suçlayan İbn Haldun’a göre, olaylar aktarılırken aralarındaki bağlantılar açıklanmaz. Bu büyük bir eksikliktir. Hadis ve diğer ilimlerin kriterlerini kullanmak yerine sadece tarih ilmine mahsus yeni ilkeler getirilmesi gerektiğini savunan İbn Haldun, hadiste kullanılan ravi kritiğinin tarih için yeterli olmadığını, bunun yanında metin kritiğinin de yapılması gerektiğini belirtir. İlimleri inşaî (vahye dayalı) ve ihbarî (aklî) ilimler şeklinde tasnif ederek, inşaî ilimler için ravi kritiğini yeterli bulmasına karşın, ihbarî ilimler için bunun yeterli olmadığına dikkat çeker. Aktarılan olayların makul ve kabul edilebilir olması yönünden tetkik edilmesini savunmakla birlikte, rivayet zincirinin güvenilirliğinin sorgulanmasını da zorunlu görür. Metin eleştirisinin hangi kriterler üzerine yapılacağını ise yeni geliştirdiği umran ilmi ile izah eder. Umran ilminin gayesi toplumları dinî, siyasî, ekonomik, kültürel, coğrafî ve antropolojik olarak, kısacası her yönüyle tanıtmaktır. Toplumların geçmişleri, bunları bilmeden yeterince anlaşılamaz. Umran ilminin ilgilendiği hususlar bütün toplumlar için geçerli olduğundan, bu ilim evrenseldir.
İbn Haldun’un farklılıklarından birinin de, teorisini kendi deneyim ve gözlemlerinden edindiği bilgilerle desteklemek olduğunu ifade eden Yıldırım, onun şehirlerde, kırsal alanlarda ve çöllerde yaşadığını, ayrıca Endülüs’ten Suriye’ye kadar çok geniş bir bölgeyi gezdiğini ve buralarda yaşayan toplumlarla ilgili yaptığı gözlemleri analizlerinde kullandığını belirtti. İbn Haldun’a göre toplumların yapılarını bilmeyen bir tarihçi, değişimleri ve süreklilikleri ortaya koyamaz. Toplumlar üzerinde analizler yaparken süreklilikleri ve değişimleri bedavet-hadariyet çizgisindeki akışla açıklar. Bedavet toplum yaşamının ilk halidir. Hadaret ise şehir hayatıdır ve medeniyet olarak da tanımlanabilir. Medeniyeti evrensel bir biçimde algılamaktadır ve daha çok teknik gelişmeler için kullanmaktadır. İbn Haldun’un tarih anlayışı devletlerinin yükseliş ve zayıflamasını anlatırken döngüsel, bedavet-hadaret akışını açıklarken ise çizgiseldir. Çizgisel alan ile döngüsel alanın kesişim noktası ise teorisinin temel kavramlarından olan asabiyettir. Yıldırım’a göre, bunları açıklarken o, mutlak anlamda bir determinist değildir, istisnaları vurgulamaya da dikkat eder.
İslâm dünyasının Ortadoğu ve Osmanlı İmparatorluğu gibi bölümlerinde İbn Haldun’un etkisinin yoğun bir biçimde görüldüğünü söyleyen Yıldırım, özellikle Naima ve Ahmet Cevdet Paşa gibi meşhur isimleri bunların arasında zikretti. Aynı zamanda Osmanlılar tarafından, İbn Haldun’un görüşlerine eleştiriler yöneltildiğini de ifade etti. Fakat çalışmaların yetersiz oluşu sebebiyle bu etkinin Osmanlı, Suriye ve Mısır tarihçiliği üzerindeki seviyesinin netlik kazanmadığını söyledi.
Postmodern tarih anlayışı tarafından büyük genellemeleri sebebiyle dışlanmasına karşın, Yıldırım’a göre İbn Haldun, 1300’lü yıllarda İslâm coğrafyasının büyük bir bölümünde yaşamasına dayanarak, bu bölgeler için aktardığı bilgiler, bunların üzerine yaptığı analizler, İslâm kurumlarının oluşum süreci ve karakteri hakkında yaptığı izahlar dolayısıyla günümüz günümüzde de önemini koruyan bir şahsiyettir.
Yavuz Yıldırım sorular çerçevesinde tarihe dair yeni yaklaşımların İbn Haldun hakkındaki değerlendirmeleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler verdi ve asabiyet kavramının mahiyetiyle ilgili açıklamalar yaptı. İbn Haldun’un seküler olarak değerlendirilmesini yanlış buldu ve ayrıca onun önceki ve sonraki dönemlerden kopuk bir biçimde değerlendirilmesinin, düşünce tarihi içinde bir sıçrama şeklinde yorumlanması gibi yanlış bir varsayıma yol açtığını vurguladı. Anlaşılan o ki, İbn Haldun kendi şahsına münhasır ilmî tarzıyla daha üzerinde çokça konuşulacak bir şahsiyettir.
2024 Güz Programı
Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.
DETAYLI BİLGİ