Edebiyat Tarihi Yazımında Nesir Türünün Yeri

Zeynep Sabuncu

31 Mayıs 2014
Değerlendirme:
Mukadder Gezen

Klasik Türk Edebiyatı Konuşmalarının on üçüncü konuğu Boğaziçi Üniversitesinden Prof. Dr. Zeynep Sabuncu, “Edebiyat Tarihi Yazımında Nesir Türünün Yeri” başlıklı konuşmasına araştırmacıların nesir türüyle ilgili temel soru ve sorunlarına dikkat çekerek başladı. Sabuncu, mensur eserlerin edebiyat ürünü olarak sayılıp sayılamayacağı; farklı dil ve anlatım özelliği gösteren bu eserlerin bir bütün olarak nasıl inceleneceği, metinlerin tarihî dönemsel bir bakışla her dönemin siyasi ve sosyal yapısını, edebiyat ve dil anlayışını temel alarak mı; yoksa yazar ve okur merkezli olarak mı çözümlenmesi gerektiği sorularını tartışmaya açtı. Nesir türünde, günümüze kadar yapılan çalışmaların  çerçevesini çizerek gelecekte hangi çalışmaların yapılabileceğine değindi. Zira Sabuncu’nun da belirttiği gibi, araştırmacılar, bu sahada, çözümleyici kuramsal çalışmalardan yoksunlar.

Nesir tarihini oluşturma süreci bağlamında, Mustafa İsen ve Fatih Köksal’ın eserlerine değinen Sabuncu, Köksal’ın, nazmın nesre göre ezberleme kolaylığı yönüyle bir eğitim metodu olduğu için tercih edilmiş olabileceğini, Nefî’nin “Tenezzül eylemem inşâya” diye başlayan beytinden yola çıkarak tenezzül kelimesinin oluşturduğu ilk algıya göre nesrin alt seviyede kabul edildiği hükmünün verilemeyeceğini savunduğunu belirtti. İsen’in, nesrin hayıflanılacak bir konumda olmadığını söylemesinin ise nesrin itibarını iade etme kaygısı etrafında oluşan ortak söylemin ifadesi olarak değerlendirilebileceği kanısında. Son zamanlarda Hakan Karateke ve Selim Sırrı Kuru’nun, nesir alanında nesrin itibarının hangi noktada kaybolduğunu irdeleyen çalışmalarının olduğunu hatırlatarak; Karateke ve Kuru’nun çalışmalarında, Tanzimat döneminde eski edebiyatın temsil ettiği değerlere karşı benimsenen olumsuz algının Cumhuriyet döneminde de sürdüğüne; bu nedenle mensur eserlerin üzerine ideolojik bir örtü örtülerek dışlandığı savından hareket edildiğine değindi. Sabuncu’ya göre de, Osmanlının kendi nesrine nasıl baktığını belirlemek gerekiyor.

Fahir İz’in “İnşa dışındaki nesir ancak Tanzimat’tan sonra, o da sınırlı olarak edebiyat sayılmaya başlamıştır” cümlesinin birkaç açıdan değerlendirilebileceğini söyledi. Sabuncu, ilk olarak inşa üslubu dışındaki eserlerin, değer açısından dikkate alınmadığına, ikinci olarak da mensur eserlerin edebiyat malzemesi olarak görülmesinin Tanzimat’la başladığına dikkat çeken Fahir İz’in bu çalışmasının, mensur edebiyatın sınırlarının genişliğini ve evrelerini ilk defa somut olarak gözler önüne sermesi ve sistematik olarak değerlendirilmesi gereğine vurgu yapması nedeniyle önemli olduğunun altını çizdi.

Köprülü’nün ise, mensur eserin “edebî” oluşunu, konusundan ziyâde kullanılan sözcüklere, cümle yapılarına ve söz sanatlarına bağladığını fakat İran edebiyatının zevksiz taklidi saydığı eserlerle, tasannusuz, temiz bir dille yazılmış eserleri ayırarak “iyi edebî nesir” ve “kötü edebî nesir” ayrımına gittiğini ifade etti. Sabuncu, Köprülü’nün nesir eleştirilerini, Tanzimat dönemindeki eski algısının Cumhuriyet değerleriyle beslenmesinin tezahürü olarak yorumlanmasına örnek gösterdi. Sabuncu, Köprülü’nün çağdaşı olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ise nesri eleştirenlere eleştirel yaklaşmasıyla oldukça farklı olduğunu vurguladı.

Edebiyat tarihçilerinin nesir eleştirilerinin ardından eski Türk edebiyatı şair ve yazarlarının nesir hakkındaki görüşlerine geçildi. İlk olarak 15. yüzyılda Yazıcıoğlu Ahmet Bican’ın, Envârü’l-Âşıkîn adlı eserinde nazmı nesrin önüne koymadığı, ikisini okur bağlamında ayırdığına değinen Sabuncu, Fuzûlî’nin Türkçe Dîvânının önsözünde de “nazm u nesr” ifadesinin birlikte kullanıldığını hatırlattı. Tezkirelerde ise, nazımdan çok nesirle eser vermiş olanların, bu tercihlerinden dolayı eleştirilmedikleri görülse de bir yargıya varmadan önce, daha kapsamlı incelemelerin yapılmasına ihtiyaç olduğunu belirtti. Ayrıca, 16. yüzyılda Âşık Çelebi’nin Tezkire’sinde, inşa ve nesir kelimelerini eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Bu terimlerin eski kaynaklarda ve eserlerde ne zaman hangi amaçla kullanıldığını tespit edecek çalışmalara duyulan gereksinimi dile getirdi. Sabuncu, Tursun Bey’in Târih-i Ebu’l-Feth’i ve Sinan Paşa’nın Tazarrunâme’sinin ise aynı türün içinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceğinin ayrıca tartışılması gerektiği görüşünde.

Sabuncu, on beşinci yüzyılda nazımda üst düzey ve aydın kesimine özgü şiirin mükemmele yakın örneklerinin verildiği ve anlam sanatlarının tespit edildiği halde, nesir alanında inşânın örneklerini taşıyan türün bir yüz yıl gecikmeyle ortaya çıkmasının nedenlerine de değindi. İnsanın kafiyeli ve vezinli söze olan eğilimi, nazmın estetik haz vermesine ilâveten Osmanlı İmparatorluğu’nun kurumsal yapısının belirlenmesiyle ilintili olan görüşler bulunduğunu aktardı. Cornell Fleischer ve Gabriel Piterberg’ün inşânın yükselişini kalemiyye sınıfının yükselişine bağladığını, inşânın tarih yazıcılarının elinde şekillendiği tezini Gelibolulu Âlî örneğinde açıkladı. Bu dönemde tarih yazıcılarının kullandığı dilin imparatorluk projesinin bir parçası olmakla beraber Celalzade’nin, Ramazanzade’nin, Âlî’nin edebî ve kültürel karışım yaratmaya çalıştığına da dikkat çekti. Gelibolulu Mustafa Âlî ise, bir yüz yıl önceki nesri, edebilikten uzak bulmaktadır. Bu noktada Zeynep Sabuncu, araştırmacıların Âlî’nin veya herhangi bir başka yazarın dil ve edebiyat algısını, kendi düşünce sistemimiz doğrultusunda içselleştirmek veya reddetmek yerine eserleri çözümlemede kullanılacak bir araç olarak nitelendirdi.

Sabuncu’ya göre, sade, orta ve süslü  gibi bir sınıflandırmayı merkeze alarak metni incelemek bir takım yanlışları beraberinde getirecektir. Sınıflandırmanın zihinlerde yaratabileceği beklentilere karşı tedbirli olmak gerekir. Agah Sırrı Levend’in Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri kitabında değindiği sanat ve faydanın, eserin dilini belirleyen iki ayrı amaç olduğu görüşünün de birçok soru içerdiği üzerinde durdu.

Sonuç kısmında, yapılacak olan üslup çalışmalarının sadece yazar ve eser hakkındaki soruları cevaplamakla kalmayacağına, üretildikleri toplumun temel yapıları hakkında yeni sorulara imkân vereceğine ve bu çalışmaların beklendiğine vurgu yaparak konuşmasını sonlandırdı.

خيار المحررين

SEMINARS

As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.

MORE INFO


تابعنا

الاشتراك في النشرة الإخبارية لدينا لتلقي الأخبار والتحديثات.