- الصفحة الرئيسية
- المنشورات
- BULLETIN ARCHIVE
- Issue 79 Year: 2012
- Türkiye’den ‘Küre’ye ve Kurama Bakış
Türkiye’den ‘Küre’ye ve Kurama Bakış
Mustafa Aydın
11 Temmuz 2012
Değerlendirme: Ali Aslan
Türkiye’de uluslararası ilişkiler çalışmalarının temel problemi teori, yani kendine ait bir “bakış açısı” eksikliğidir. Teorisiz analiz kördür; bir teorimiz olmaksızın ne dünya ile ilişkiye geçebilir ne dünyaya dair kendimize ait sorular sorabilir ne de kendi anlam dünyamızdan neşet eden cevaplar üretebiliriz. Her analiz bir teoriye, yani bir “bakış açısı”na dayanmak zorunda olduğundan, teorisizliğe mahkum akademisyenlerin Türkiye’de ortaya koyduğu analizler, “bir başkası”nın bakışından küreseli görmekten ve “bir başkası”nın dünyasını inşa etmekten başka bir işleve sahip değildir. Batı’da yaşanan teorik gelişmelerin, belli teorilerin yükselişi ve düşüşünün Türkiye akademyasında paralellik göstermesi bu durumun en açık göstergesidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve gelişimini, bir ulus-devletin ve ulus-devlete dayalı küresel yapıların inşa ve korunması çabasının tarihi olarak okuyabiliriz. Devletin kurucu ideolojisi Kemalizmin Batıcılığının ve sekülerliğinin en temel unsuru, egemenliğin belli bir toprak parçasıyla özdeşleştirilmiş bir ulusa dayalı olarak tanımlandığı teritoryal ulus-devletin yeniden üretilmesi oldu. Kemalizmin kaderi bu anlamda ulus-devletin ve bu siyasi birime dayalı uluslararası düzenin korunması ve sürdürülmesine bağlıydı. Bu süreçte, halen Uluslararası İlişkiler Konseyi Yürütme Kurulu Başkanlığını yürüten Kadir Has Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Aydın’ın da işaret ettiği gibi, uluslararası ilişkiler akademisyenleri ulus-devlete ve bu siyasi birime dayanan bir küresel yapı ve gerçekliğin yeniden üretimine gerekli katkıyı yapmışlardır.
Bu katkının en önemli noktalarından birisi, ulus-devlete dayalı uluslararası ilişkilerin söylemsel olarak inşasını ifa eden otonom uluslararası ilişkiler derslerinin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından açılmasıdır. Böylece 1950-1970 yılları arasında Türkiye’de Batı uluslararası ilişkiler literatürü daha yakından takip edilmeye başlanmıştır. Aydın, konuşmasında, bu dönemde Türkiye’de idealizmin es geçilmesinden bahsetti. Bunda realizmin, Batı akademyasındaki ezici hakimiyetinin yanı sıra, statükocu ve devletçi özelliklerinin Kemalizmin uluslararası siyaset anlayışıyla örtüşmesinin altını çizmek gerekir. Böylece, Aydın’ın tespit ettiği üzere, birinci (1960’lar) ve ikinci kuşak (1970’ler) uluslararası ilişkiler akademisyenleri dış politika yapıcıları ve devlet yetkilileriyle simbiyotik bir ilişki içerisinde olmuşlardır. Bunun neticesinde, Türkiye uluslararası ilişkiler çalışmalarında daha pratik eğilimli, mevcut uluslararası gerçekliği sorgulamayan ve dolayısıyla teori tartışmalarını da hesaba katmayan bir akademik atmosfer ortaya çıkmıştır.
1970-1990 yılları arasında ise dönemin siyasi gelişmelerinin de etkisiyle uluslararası ilişkiler çalışmalarında bir içe kapanma yaşanmıştır. Bunda 1960’ların ikinci yarısından itibaren etkisini gösteren davranışsalcı ekolün tarih metodolojisine dayanan (klasik) realizmi zayıflatmasının da etkisini gözden kaçırmamalıyız. 1990’larla birlikte Türkiye’de uluslararası ilişkiler disiplininde üçüncü kuşak akademisyenler ortaya çıkmıştır. Bu kuşakla birlikte yeniden Batı akademyasıyla etkileşime geçilmiştir. Bu akademisyenlerin ayırt edici özelliği ilk defa teoriye dair bir farkındalık geliştirmeleridir. Bu dönemde, Aydın’ın ifadesiyle, teorik çerçeveye atıflar yapılmaya ve ilk defa teori dersi verilmeye başlanmıştır. Bunda uluslararası alandaki ve Batı akademyasındaki gelişmelerin etkisi büyüktür. Batı’da hâkim teorik çerçevelerin “normal bilim” konumlarının sarsılmasıyla birlikte, teoriye yönelik farkındalık artmaya başlamıştır. Bu farkındalığın hiç şüphesiz dünyaya yeniden açılan Türkiye’de uluslararası ilişkilerle uğraşan, özellikle de Batı’da eğitim alıp ülkeye geri dönen akademisyenlere önemli etkisi olmuştur.
1990’larla birlikte teori alanında başlayan sürecin en çarpıcı özelliği, bir yandan ulus-devleti sorunsallaştırması, diğer yandan Batı evrenselciliği karşısında farklılığa, yerelliğe ve tarihî olana yaptığı vurguydu. Bu, küresel siyasette Batı’nın merkezî konumunu kaybetmeye yüz tutmasıyla birleşerek, Batı-dışı toplumlarda bir özgüven patlamasına ve kendi teorilerini üretebilecekleri algısına yol açmıştır. 2000’li yıllarda, Türkiye’de dördüncü kuşak uluslararası ilişkiler akademisyenlerinin sorduğu en çarpıcı soru, Aydın’ın da belirttiği gibi, “Türkiye’den bir teori çıkar mı?” sorusudur. Fakat bu girişim birtakım nedenlerle bir sonuca ulaşamamıştır. Aydın’a göre bunun başlıca nedenleri, (i) teori tartışacak yeterince akademisyenin bulunmamasından dolayı bir ekol eksikliğinin sözkonusu olması, (ii) Türkiye’deki akademisyenlerde analizden daha çok betimlemeye yönelik eğilimin ağır basması ve (iii) eğitime geç başlanmasından dolayı teorik düşünmek için gerekli olan altyapı ve akademik donanım eksikliğidir.
Aydın, Türkiye’de günümüzün kuşağına düşen görevin küresel düzeyde bir teori tartışması yapabilmek olduğunu belirtti. Türkiye’deki uluslararası ilişkiler akademisyenlerinin teori tartışacak düzeye gelmeleri elbette önemlidir ve daha sonraki adımlar için bir temel teşkil etmektedir. Ama daha da önemlisi, tüm teorilerin etnosantrik olduğunu, yani belli bir toplumun anlam dünyasından neşet ettiğini ve belli bir topluluğun çıkarlarına hizmet ettiğini hesaba kattığımızda, dördüncü kuşağın sorusuna geri dönmemiz ve “Bizim nasıl bir teorimiz olmalı?” sorusunu sormamız gerektiğidir. Bu soruyu hem mümkün hem de elzem kılan, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş aşamasında dünyaya hâkim olan ulus-devlet odaklı küresel gerçekliğin derinden sarsılması ve yeni bir dünyanın doğmakta olmasıdır. Fakat tüm bu gelişmelere rağmen, Türkiye’de ulus-devlet merkezli analizler hâlâ merkezî konumunu korumaktadır. Bu eğilime karşı, ulus-devleti, küresel yapıları ve gerçekliği sorunsallaştırmaya odaklanan ontolojik düzeyde analizlere girişmek, diğer taraftan da kendi anlam dünyamızı esas alarak alternatif küresel gerçeklik inşasının imkânlarını sorgulamak ve peşine düşmek bize bir çıkış yolu sunabilir.
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO