MOLA
Eski Ramazanlar
Ramazan günlerinde birbirlerine rastlayanların, birbirlerine sordukları soru aynıydı.
- Ramazan’la nasılsın?
Bu soruya çeşit çeşitcevap verilirdi. Kimisi günlük olayları anlatırdı. Meselâ fessiz sokağa çıkmış da gülenleri görünce aklı başına gelmiş, gerisin geriye eve dönmüş. Namaza durmuş da bitirdikten sonra aptestsiz olduğunu hatırlamış. Yahut camide mukabele dinlerken uyumuş da lastiklerini çalmışlar. Kimisi mütevekkil bir tavırla “iki gözüm, Rabbim” derdi, “sabrını veriyor, zaten duyulmaz ki; bir gelir bir gider mübarek”. Bu cevap, çok defa yaz ramazanlarına, uzun günlere ait bir cevaptı. Fakat fıkra da eksik olmazdı hani.
Bektaşiye sormuşlar:
- Ramazan’la nasılsın?
Cevap vermiş:
- Pek iyiyiz erenler, ne fakir, mübareği incitiyorum, ne de o fakire dokunuyor.
Ramazan’ın on beşinden sonra iftar başlardı. Öyle konaklar vardı ki kapıları, ardına kadar açılırdı. [4] Her giren kendine lâyık gördüğü sofraya otururdu. Yemekten sonra da diş kirası denen, az çok bir para ile çıkılırdı bu konaklardan.
Bektaşi, olacak bu ya, bir hocayla aynı sofrada iftar etmiş. Ev sahibi rint bir adammış. İftardan sonra kahveler içilmiş, sohbet başlamış. Bektaşi’ye sormuşlar, erenler demiş, dem alır mısın?
Bektaşi eyvallah demiş. Afyon? Eyvallah. Kaygusuz? Eyvallah. Kızıldeli? Eyvallah. Bazı bazıgönül eğler misiniz? Eyvallah.
Hocaya da aynı soruları sormuş. Hoca, her soruyu mücevvet bir estağfirullahla karşılamış. Vakit gelmiş, çıkmışlar. Çıkarken de haznedar yamağı, ikisine de atlas kese içinde diş kirası sunmuş. Bektaşi gene bir eyvallah bastırıp keseyi şalvarının cebine yerleştirmiş. Yolda, hoca dayanamamış, keseyi açmış, bir de ne görsün? İçinde bir metelik, boynunu bükmüş, yatıyor. Hemen koşmuş, Bektaşi’yi yakalamış. Sana ne verdiler, demiş. Bektaşi, vali daha bakmadım demiş. Aman bir bak demiş hoca. Bektaşi keseyi açmış0 içinde bir altın. Hoca, yanlış oldu demiş, dönelim. Dönmüşler. Soru, sual; bilen yok. Sonucu ev sahibine çıkmışlar. Hoca, bir yanlışlık olmuş, demiş; nasıl olur, bu zındık herife bir altın, dailerine bir metelik. Ev sahibi, yanlış değil hocam, demiş onun masrafına bir altın bile yetmez, sense bir metelikle pekâlâ gününü gün edersin.
İftar deyip geçmeyin; o iftar sofrasında hem de iftariye olarak neler yoktu... İnsan onlarla doyardı da, yemekler artında şaşmaz hükmünü verirdi:
- Mübarek, bereket ayı vesselâm.
İftariyeden sonra çorba, et, sebze, börek, sütlaç, [5] yahut muhallebi, iki tatlının arasını ayırmak için araya giren pilav, derken baklava, yahut bir hamur tatlısı, yahut da kaymaklı güllaç. Bu verdiğim liste, her konakta, her konak yavrusu evdeki liste. Öylesine iftarlar olurdu ki yemeklerin ardı arkası bir türlü kesilmezdi. İnsan hocanın dediği gibi,”Yarabbi derdi, ya midemi geniştir, ay Nâil’imi yetiştir.” Sanki on bir ayın sultanı, on bir aylık yiyeceği, tatlısıyla, tuzlusuyla, etlisiyle, sütlüsüyle çeşit çeşitbir araya getirir de bir bir; fakat birden sunardı insana.
İftardan sonra sade kahveler, derken teravih. Teravihi hatimle kıldıran imamlar vardı. Cemaat birinci secdeden kalkmadan ikinci rekatı bitiren imamlar vardı. Bahariye Mevlevihanesi’nin imamı Hafız Sıddık (Hafız Zındık da derlerdi) Karagöz’e gideceği geceler otuz üç rekat namazı on beş dakikaya sığdırıverirdi. Büyük konaklara imamlar tutulur, teravih, konağın salonunda kılınırdı. Bu da Ramazanın bir başka şerefiydi.
Teravihten çıktıktan sonra herkese meşrebince bir seyran vardı. Kimisi mahya seyrederdi. Gerçekten de bu, zevkine doyum olmaz bir seyirdi. Usta mahyacılar, Ramazan’ın on beş gecesi, iki minarenin arasını kandillerden yazılarla bezerlerdi. İlk günlerde “Merhaba, Hoş Geldin” derken ayetler, hadisler. on beşinden sonra resim başlardı. Gül, karanfil, lâle… Yirmi yedinci gece ve bazı camilerde bayram gecesi, minareye kaftan giydirilirdi. Yani külâhından şerefesine kadar dizi dizi kandilden duvağa bürünürdü minare.
Mahya seyretmiyenler, yahut seyrine doyanlar, Karagöz’e, orta oyununa, meddaha, o zaman modern sayılan kuklaya giderlerdi. Gönül avcılarıysa [6] Direkler arasında seyrana katılırlar, teravihten çıkan dilberlere, mevsimine göre lâle, gül, mevsimine göre şeker atarlar, lavanta sıkarlar, göz süzerler, iç çekerler, harf atarak gönül eğlerlerdi. Bu arada içlerinde Zenci bacıdan şemsiye yiyenler de olurdu. (…) Ramazan’ın on beşine kadar yokuş, on beşinden sonra iniş denirdi. İftar vermeler, iftara gidişler, bu gece ne yapalım, sahura ne hazırlayalım gibi kaygılar, yirmi, yirmi yedi. Derken hatim. [7] Bu arada Eyüp Sultan’da iftar, herhangi bir dergâha gidiş, yahut Hırka-i saadet ziyareti. Nihayet arife gelir çatardı. Mahyacı, o gece ya “el-firak” yazardı, ya “el-veda” yahut da bir top arabası resmi yapardı, namludan çıkmış mermiyi de kırmızı kandille gösterirdi, ay da biterdi.
Kaynak: Abdülbaki Gölpınarlı, Ramazan Geldi Hoş Geldi, İstanbul: Ataç Kitabevi, 1962, ss. 3-7
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO