- HOME PAGE
- PUBLICATIONS
- BULLETIN ARCHIVE
- Issue 83 Year: 2013
- 2013 Türk Dış Politikası Değerlendirmesi
2013 Türk Dış Politikası Değerlendirmesi
25 Aralık 2013
Değerlendirme: Merve Uğur
KAM tarafından düzenlenen Türk dış politikası yıllık değerlendirme panellerinin üçüncüsü 25 Aralık’ta gerçekleştirildi. Türkiye’nin 2013 yılındaki dış politika performansının ele alındığı panele T.C. Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkan Vekili Doç. Dr. Mesut Özcan, SETA Dış Politika Araştırmacısı ve ÜAK Genel Sekreteri Prof. Dr. Muhittin Ataman ve Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Doç. Dr. Mitat Çelikpala konuşmacı olarak katıldı.
2013 yılında Türkiye’nin kullandığı dış politika araçları ve diplomasi pratiği üzerine konuşan Mesut Özcan, bir ülkenin dış politika araçlarının (i) diplomasi, (ii) ekonomik müeyyideler veya yardımlar ve (iii) askerî güç kullanımı olduğunu; dış politika pratiklerinin bu üç aracın nasıl kullanıldığı üzerinden değerlendirilmesi gerektiğini belirtti. Diplomasi bağlamındaki dış politika araçlarına Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’ni (YDSİK) örnek gösteren Özcan, yılda en az bir defa düzenlenen ortak bakanlar kurulu toplantıları ve karşılıklı ziyaretler ile Türkiye’nin Yunanistan, Bulgaristan, Azerbaycan, Rusya, Ukrayna, Mısır ve Kazakistan ile geliştirdiği ilişkilere dikkat çekti.
Ekonomik araçlara gelince, 1999’dan beri Türkiye’deki güvenlik endişelerinin azalması ve AB üyeliğinin gündeme gelmesi ile ekonomik ilişkiler ön plana çıktı. 2013’te YDSİK bağlamındaki ziyaretler esnasında gündeme gelen konulardan biri de söz konusu ülkelerle ticaret hacminin arttırılmasıydı. Ekonomik mantığın dış politikada bu şekilde ağırlık kazanmasını Özal dönemine benzeten Özcan, 2013 yılı itibarıyla Türkiye’nin ihracatının 152 milyar dolara ulaştığını, bir numaralı ticaret partnerimizin doğalgaz nedeniyle Rusya, en önemli ihracat pazarımızın da Almanya ve Irak olduğunu belirtti. Türkiye’nin ekonomik yardımlarını da dış politika araçları arasında değerlendiren Özcan, TİKA’nın altyapı yardımlarını ve Kızılay, AFAD ve çeşitli STK’ların insani yardımlarını buna örnek gösterdi. Suriyeliler için yapılan harcamaların 2 milyar dolar civarında olduğunu belirten Özcan, Somali başta olmak üzere birçok ülkeye yönelik yardımların Türkiye’nin farklı coğrafyalarda etkinlik kazanmasına yardımcı olduğu gibi ticari ilişkilerin ilerlemesine ve uluslararası platformlarda destek almasına da katkı sağladığını savundu.
Panele katılamayan Beril Dedeoğlu yerine Mesut Özcan, konuşmasında Türkiye’nin 2013’te ABD ve AB ile ilişkilerini de değerlendirdi. Buna göre ABD ile ilişkilerde 2013’ün ilk yarısında daha pozitif bir atmosfer söz konusuyken, tam tersine AB ile ilişkiler yılın ilk yarısında durağan seyrederken ikinci yarısında daha olumlu bir düzeye evirildi. 2013’ün Mayıs ayında Başbakan’ın Washington ziyareti ile iki ülke arasında özellikle İran, Mısır ve Suriye konusunda fikir ayrılıkları ortaya çıktı. Yine Mart 2013’te İsrail’in özür dilemesiyle 2010’dan beri olumsuz seyreden Türkiye-İsrail ilişkilerinin iyileşmesi umuduna rağmen Türkiye’nin tazminat ve abluka konusundaki beklentisi ve İsrail’in oyalayıcı tutumu sebebiyle ilişkilerin ilerlememesi Türkiye-ABD ilişkilerine de yansıdı. Bu olumsuzluklara rağmen iki ülkenin birbiri açısından taşıdığı önem dikkate alındığında Türkiye-ABD ilişkilerinin mükemmel olmasa da belli bir düzeyde seyredeceği söylenebilir. Öte yandan yaklaşık üç yıldır yeni bir faslın açılamaması nedeniyle AB ile müzakere sürecinin sekteye uğraması Türk kamuoyunun AB üyeliği konusundaki desteğinin çok ciddi bir oranda düşmesine neden oldu. Özcan’a göre bu ilgi kaybının asıl nedeni, büyük ölçüde teknik bir süreç olan müzakerelerin Türkiye için siyasi bir sürece dönüştürülmesiydi. Buna ek olarak AB’nin yaşadığı ekonomik kriz ve genişlemelerin ardından gelen yorgunluk nedeniyle de ilişkilerde belli duraklamalar yaşandı. Ancak yılın sonunda yeni bir müzakere başlığının açılması ve 16 Aralık’ta imzalanan Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakatı ile Geri Kabul Anlaşması ilişkilerde canlanmayı beraberinde getirdi.
2013 yılındaki pratiklere bakıldığında dış politikanın araçlar bağlamında önceki birkaç yıldan çok da farklılık göstermediğini belirten Özcan, “Arap Baharı”ndan kaynaklanan belirsizlikleri ve 2011-2012’ye kıyasla artan güvenlik endişelerini önceki yıllara göre farklılık gösteren etkenler arasında sıraladı.
Konuşmasında Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri, Türkiye’nin buna verdiği tepkileri ve çeşitli kavramlar çerçevesinde 2013 yılı dış politikasını değerlendiren Muhittin Ataman, “Arap isyanları”nın bölge ile ilişkilerde belirleyici rol oynadığını belirterek sözlerine başladı. 2010 yılı sonunda Kuzey Afrika’da başlayan “isyanlar” silsilesinin 2012’ye gelindiğinde Suriye’de tıkandığına ve sürecin 2013’te “Arap Kışı” hâlini aldığına, yani 2011’de elde edilen kazanımların 2013’te kaybedilmesiyle statükoya geri dönüldüğüne dikkat çekti. 2011’deki “devrim”lerin ardından 2012’de Kuzey Afrika ülkelerinde yapılan seçimleri “Avrupalıları kıskandıracak kadar başarılı” bulan Ataman, bunu “Ortadoğu istisnacılığı”ndan dem vuran oryantalist bakış açısına vurulan bir darbe olarak tanımladı; buna mukabil sürecin müteakip dönemde bazı ülkelerde sekteye uğratılmasıyla oryantalist bakışın adeta haklı çıkarıldığının da altını çizdi. Ataman’a göre İhvan gibi İslâmî hareketlerin on yıllardır bölgedeki en organize yapılanmalar olması dolayısıyla seçimlerden galip çıkmaları ve iktidara gelmeleri bir tesadüf değildi. Ancak onların kimlikleri ve temsil ettikleri İslâmî söylem ve zihniyet Batı’yı endişelendirdi, İhvan ve Nahda yıpratıldı. Sürecin Suriye ayağında yaşanan tıkanma ise 2013’e damgasını vurdu. Bölgesel ölçekte İran ve Hizbullah’ın, küresel ölçekte ise Rusya ve Çin’in desteği ile Suriye’deki rejim ayakta kaldı ve hatta güçlendirildi. Ataman, kırmızı çizgi ilan etmelerine rağmen kimyasal silahların kullanılmasına tepki göstermeyerek Batılı ülkelerin de bu tıkanmada ve Esad rejiminin güçlenerek sürecin tersine dönmesinde payı olduğunu vurguladı. Ayrıca İhvan’a yakın grupların Türkiye, Selefi grupların ise Suudi Arabistan tarafından desteklenmesinin Suriye muhalefetini ikiye bölerek zayıflattığını belirtti.
Ataman dış politikada yerleşmiş bazı kavramların 2013’te nasıl algılandı üzerinden Ortadoğu politikasına yöneltilen eleştirileri değerlendirdi. Dış politikada söylem ile eylem birlikteliği olmadığı (promise gap), yani eylemin çok çok üstünde olan söylemin biraz düşürülmesi gerektiği yönündeki eleştirilere karşı, “Söylem her zaman ve her ülkede eylemden önce gelir; eğer eylem söyleme yetişirse zaten ideale ulaşılmış demektir” dedi ve bu farklılığı dış politikanın “siyasi ufku” olarak okumak gerektiğini belirtti. Yine değerli yalnızlık kavramından hareketle Türkiye’nin bölgede yalnız kaldığı şeklindeki eleştirel propagandalara karşı, bu yalnızlığın temel nedeninin Ankara’nın ısrarla Esed rejimine karşı Suriye halkının yanında durması ve Mısır’da seçimle işbaşına gelen Cumhurbaşkanı Mursi’nin gayrimeşru bir şekilde devrilmesine karşı ahlaki bir tavır takınması olduğunu hatırlattı. “Bir ülkenin reelpolitiği eğer moral-politikle örtüşüyorsa, yani hakkın, adaletin, mazlumun, mağdurun yanında olmak eğer bizim çıkarımızın gereğiyse buna şükretmek gerekir” dedi ve “Ortadoğu’nun değişip dönüşmesi ve demokratik tecrübenin yayılması Türkiye’nin çıkarınadır” diye de ekledi. İddiaların aksine Ortadoğu’da ritmik diplomasinin ve çok boyutlu ilişkilerin devam ettiğini, komşularla sıfır sorun politikasının terk edilmediğini vurguladı. Komşularla sıfır sorun politikasında konjonktürün etkisiyle bir dondurulma süreci olsa da Türkiye’nin bu söyleminden hiçbir şekilde vazgeçmediğini, özellikle 2013’ün ikinci yarısından itibaren İran, Irak ve Ermenistan ile ilişkilerde yaşanan bazı gelişmelerin de bunu gösterdiğini belirtti. Yine Türkiye’nin yalnız olarak algılandığı bir dönemde İsrail’in özür dilediğine dikkat çekti. Masa üstünde kavga var gibi görünen ülkelerle dahi ilişkilerin alttan alta sorunsuz ilerlediğini, özellikle Ortadoğu ülkeleri ile kültürel, toplumsal ve akademik alanda işbirliğinin geliştiğini, dolayısıyla Türkiye’nin uluslararası alanda yalnızlaştığına dair söylemlerin haklı olmadığını anlattı.
Panelin son konuşmacısı olan Mitat Çelikpala öncelikle Türkiye’nin genel dış politikasına değindi ve Ortadoğu konusunda izlenen dış politikanın başarısız olarak algılanmasının genel dış politikaya gölge düşürdüğünü belirtti. Ancak bu algıya rağmen Türkiye’nin dış politikadaki etki alanının ve konu başlıklarının inanılmaz bir şekilde genişlediğini söyleyen Çelikpala, Türkiye’nin artık içe kapanık, belirsiz, durağan, gelişmelere karşı tepki veremeyen bir ülke olmaktan çıkarak çözüm öneren bir aktör hâline geldiğini; aktiflik arttıkça eleştirilme, yanlış yapma, rakiplerle alanda daha fazla karşı karşıya kalma ihtimalinin de arttığını vurguladı. Dışişleri Bakanlığının “Afro-Avrasya coğrafyasını fırsatların ve risklerin en yoğun etkileşim içinde bulunduğu alan” olarak tanımlamasından hareketle Türkiye’nin Avrasya eksenindeki tutum ve politikalarını değerlendirdi.
“Avrasya seçeneği mümkün mü?” tartışması üzerinden devam eden Çelikpala, Avrasya bağlamında 2013’teki en enteresan tartışmanın “Şanghay-Brüksel ekseninde Türkiye’nin pozisyonu” olduğunu söyledi. Başbakan Erdoğan’ın Rusya Devlet Başkanı Putin’e “Bizi Şanghay Beşlisine alın, biz de AB’ye allahaısmarladık diyelim” sözlerinin yıllardır politika yürüttüğümüz muhataplar nezdinde, hele de Rusya-Batı rekabetinde farklı bir düzeye gelindiği bir dönemde, ironi olarak algılanmadığını belirten Çelikpala, Türkiye’nin çok boyutlu dış politikasında çok yönlülük esas alındığından daha dikkatli olması gereği üzerinde durdu. Zira değişen koşulları göz önünde bulundurduğumuzda Avrasya, bir politika aracı olarak kullandığımız bir bölge olmaktan çıkıp Türkiye’yi de içine çekerek kapalı, durağan ve belli merkezler tarafından etki altına alınan bir aktör hâline getirebilir.
Çelikpala’ya göre, Türkiye’nin Nisan 2013’te Şanghay İşbirliği Anlaşması’nı imzalaması oldukça önemli. Türkiye, Şanghay merkezli bu işbirliğinde Rusya ile yoğun bir ilişki içinde. Bu ilişkinin ana faktörü ise enerji-ekonomik güç bağlantısı. Daha evvel tüm enerji ilişkilerini tüketici ülkelerle yürüten Türkiye, 2013 itibarıyla artık üretici ülkelerle işbirliğine başladı ve enerji güvenliğini sağlayıp bu alanda bölgesel bir aktöre dönüştü. Buna rağmen Rusya merkezli ilişkilerin Türkiye’nin zayıf noktası olduğunu belirten Çelikpala, bunu Avrasya’daki diğer aktörlerin iyi tanınmamasına ve Rusya ile Türkiye’nin bölgedeki hedeflerinin örtüşmemesine bağladı. Ona göre, Rusya’nın değişime karşı çıkmasına karşın Türkiye’nin bölgeyi dönüştürmeye çalışması ile ortaya çıkan problemler ikili ilişkileri de etkileyebilir.
Türkiye’nin Avrasya politikasını bir diğer önemli aktör olan Azerbaycan ile ilişkiler üzerinden de değerlendiren Çelikpala, geçtiğimiz yıllarda Ermenistan dolayısıyla gerilen ilişkilere rağmen, 2010’da Stratejik Ortaklık ve Yardım Anlaşması imzalanması ve Ekim 2013’te YDSİK’nin kurulması ile ikili ilişkilerin hızlıca düzeldiğini hatırlattı. Azerbaycan petrol firması SOCAR’ın bugün Türkiye’ye en büyük doğrudan yatırım yapan şirket hâline gelmesini buna örnek verdi. Bu durum Türkiye’nin Orta Asya ve Hazar bölgesinde elini güçlendiriyor. Ancak Çelikpala’ya göre, bunun karşılığında Türkiye’nin Azerbaycan’ın güvenlik sorunlarına nasıl cevap vereceği, Bakü enerji politikasını siyasi bir araç olarak kullanmak isterse Ankara’nın ne yapacağı soruları iki ülke arasındaki ilişkilerin gidişatını belirleyecek gibi görünüyor.
Son olarak Türkiye’nin Gürcistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan ile daha fazla ilgilenmesi gerektiğinin altını çizen Çelikpala, Avrasya’nın Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılamak ve bölgede ve Batı’da daha etkili hâle gelmek için kullanacağı bir alan olmasının yanında, bir de Ortadoğu kapısı kapandıkça ekonomik işbirliğini geliştirebileceği, böylece ekonomik getiri sağlayıp daha dengeli ilişkiler kurabileceği bir coğrafya olduğunu hatırlattı.
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO