MOLA
Göçmen Davası
Tunanın evleri, alçacık evler,
İçinde oturur paşalar, beyler,
Örtün perdeleri görmesin iller…
Bir Rumeli türküsünden
Birkaç aydır, milli bir faciayı, hatta milli bir felaketi sessiz ve sedasız yaşıyoruz. Yarım milyondan fazla Türk, dedelerinin Osmanlı fethinden çok evvel doğdukları, şenlettikleri topraklardan yabani otlar gibi sökülüyorlar, mal ve mülkleri ellerinden alınarak kapı dışarı ediliyorlar.
Hicret, milletimizin talihinin iki asırdan beri, en acı tarafı oldu. Arkada bırakılan yurda ağlamak, ona ağlaya ağlaya yeni toprağa sarılmak, sapanın açtığı izde doğduğu evi ve babasının gömüldüğü yeri hatırlayarak yaşamak… İşte büyük katliamların dışında asıl serencamımız! Rumeli, kesilerek ve insanı kovalayarak başka milletlerin vatanı oldu.
Kaç nesil var ki kızlarımız baba evlerinde gelin olmanın sevincini kaybettiler, erkeklerimiz aynı tarlada, aynı pazarda üst üste çalışamaz oldular. Şehirlerimiz çehrelerini, hayatımız birbirini kaybetti. Türkülerimiz ve şivelerimiz birbirine karıştı.
Bu zoraki hicretin nasıl bir meramla hazırlandığını söylemeye lüzum var mı? Bunu benden evvel ve çok selahiyetli, resmi ağızlar söylediler. Bulgar hükümetinin bu kararı ile sadece yarım milyon insan, - şimdilik yarısı - yerinden yurdundan edilmiyor, sade nesillerin üstüste çalışmasıyla yığılan bir servet, - en aşağı bir milyar! - çok verimli tarlalar, bağlar, bahçeler ve bütün bir tarihin hakkı elinden alınmıyor, ayrıca da, on bir yıldır süren bir seferberlikle harap bütçemiz, üstünden bu ağır yılların bir silindir gibi geçtiği halkımızın refahı da bir kat daha yıkılmak isteniyor. Kasıt sade Rumeli Türklüğüne değil, bütün Türkiye’yedir.
Bu satırları Bulgarlara karşı milletimize kin aşılamak için yazmıyorum. İyi ve faydalı politikanın hislerimizi dışarıda bırakan politika olduğuna inananlardanım. Kaldı ki tarihin kör düğüşünün bir yerde artık durması icab ediyor.
Hayır, ben bir kin alevlemek için yazmıyorum. Yalnız bize karşı çok değişik, çok tehlikeli bir silahın kullanıldığını tekrarlamak istiyorum. Hudutlarımızdan içeriye bomba bırakmadılar. Yarım milyon kardeşimiz, bağrımıza derhal basmamız lazım gelenleri bıraktılar.
Bize karşı silah olarak tarihimizin ve kendimizin bir parçasını çevirdiler. Şurası da var ki bu cinsten bir hadiseyi her gün bekleyebilirdik. Hatta buna her cihetle hazırlıklı olmalıydık. Yani böyle bir ihtimali karşılayacak, her tarafı evvelden düşünülmüş, seneden seneye eksiklikleri tamamlanmış bir yerleştirme elde bulunmalıydı. Tarihimizin istisnası denebilecek kadar uzun bir sulh devresinden bunu beklemek hakkımızdı. Fakat biz realitenin çıplak iklimine, Balkan ittifakı gibi ütopyalıların şampanya sarhoşluğunu tercih ettik. Kendimizi kandırmaya çalıştığımız bir muvazaa sarhoşluğunda etrafımızdaki düşmanlığı unuttuk!
Gazetelerde göçmen havadislerini her okuyuşumda kaç türlü zıt düşüncenin tesiri altında kalıyorum. Bir taraftan 1911 ile 1923 arasının tecrübesini içimde yeniden canlandığı için tarihimizi daha iyi anlıyorum. Artık dedelerimizi hataları için tenkit etmekten vazgeçtim. Etraflarındaki bu hiçbir anlaşma kabul etmeyen düşmanlık içinde gösterdikleri cesarete, yaşama kudretlerine hayran oluyorum.
Diğer taraftan memleketteki hareketsizlik beni şaşırtıyor. Vakıa hükümetimiz, bir yığın ferde ait teşebbüs, göçmenler için bir çok şeyler yapıyor. Fakat efkarı umumiyede henüz böyle milli bir hadisenin uyandırması lazım gelen büyük humma yok! Bize ne oldu böyle? Biz hiç bilmiyor muyuz? Yahud sadece arkalarından gizlenen düşmanlığı mı görüyoruz?
Hatta Bulgaristan’ın kendisinin bile, daha kırk yıl evvel, vatanın, hiç olmazsa resmi salnamelerdeki çehresinin bir parçası olduğunu unuttuk mu?
Gelenler, mor sabahlı Balkan memleketlerinden her şeylerini, hatta yarına ait ümitlerini bile bırakıp gelenler ise, tarihimizin belki en öz taraflarından geliyorlar. Onların başları etrafında Türk tarihinin yarısı kanlı bir güneş gibi çalkanıyor.
Şu satırları yazarken ne kadar yer ismi ve insan adı hafızama hücum ediyor. Eski tarihlerimizin hangisini isterseniz, üç beş sahife karıştırın, daima bir Lofça, bir İştib, bir Filipe, bir Rusçuk, bir Vidin, bir Ziştovi, bir Silistre, bir Plevne ayanına, o yerlerden toplanmış levend endamlı, evliya isimli kahramanlara tesadüf edersiniz.
Büyük bozgunlar, bugünü hazırlayan felaketler başladığı zamanlar bu isimler tarihimizde büsbütün başka bir mana alırlar. Her on beş, yirmi yılda bir tekrarlanan insan kudretinin dışında çarpışmaların, talihle imkansız didişmelerin hikayelerini okursunuz. O zaman İstanbul’un bizim elimizde hangi gayretlerle kaldığını, bugün hudutlarımıza, yarın belki kaldırımlarımıza yığılacak bu insanların dedelerinin nasıl adım adım bu yurdu müdafaa ettiklerini anlatırsınız.
Hayır, onların geldiği topraklarda en ufak bir tepe yoktur ki Türk tarihinde birkaç defa hususi bir maceranın şerefini kazanmış olmasın! Bütün o serhat kaleleri, palangalar düşüp de düşman orduları, kuyusundan çıkmış ejderhalar gibi anavatana doğru kıvrıldığı zaman, o köyler, o küçük kasabalar, o tepeler imanla karşısına dikilirdi. Şehirler, kazalar, köyler yıkılır, yanar, sonra tekrar yapılırdı. Rumelinin ayan konakları üstüste yığılan muhacir kafileleriyle dolardı.
Evet, Türk tarihinin hemen her safhasında, bugün göçmen adıyla adlandırdığımız ve talihleri karşısında hâlâ tereddüt ettiğimiz insanların dedelerine rastlarız. En son tarafıyla alıyorum, onlar Alemdar Mustafa Paşanın, Rusçuk yaranının, Mithat Paşanın, Cevdet Paşanın, Ahmet Vefik Paşanın ve daha bir çoklarının tarih karşısında hemşerileridir.
Her Türkün hayalinde, kanları içinde yüzen bir şehit vardır.
Bu Rumeli Türklüğüdür. Bu gelenler işte onların çocuklarıdır.
Bırakalım talihi! Hakikate dönelim! Şimdi, bugün, bu saatte, misafirhanelerde, çabuktan tedarik edilmiş imkanlar içinde, yarını olmadan yaşayan kardeşlerimiz var. Erkekler ne ise fakat kadınlar, genç kızlar, çocuklar var. Dün alnının teriyle kazandığı parayı kendi sofrasında, yarına ait hayaller içinde yiyen insanlar bugün gözlerimize bakıyor. Hasta başın muhtaç olduğu yumuşak yastık, sıcak oda, gülümseyen yüz, yarının emniyeti, bu erkekler, bu kadınlar, bu çocuklar için yok!
Bunu kâfi derecede düşünüyor muyuz?
Bu mesele çıktığı günden beri Naci’nin mısraı durmadan alevden bir kırbaç gibi omuzumda şaklıyor.
Misafirim vatanın bir harabezarında
Gelenlerin ve geleceklerin çoğu çiftç i! Öküzle olsun, makine ile olsun, toprakla, sert, sarı, esmer buğday habbeleriyle ne zaman tekrar başbaşa gelecekler? Ne zaman iş onları arkada kalan hayatlarına kavuşturacak? Ev, tarla, ahır, kümes, ev tezgahı, bütün bunlar ancak bizim yardımımızla kurulabilir.
Yazık ki hâlâ işin büyüklüğünü anlamamışa benziyoruz. Hâlâ gazetelerde küçük kıpırdanışlardan başka bir şey yok. Hâlâ milletimiz bu insanlar için seferber olmuş değildir. Herkese soruyorum: Bize ne oldu? Günler geçiyor, bu çalışkan, sade ruhlu ve bütün imanlı insanların talihi hâlâ aramızda günün tek mühim meselesi olmamıştır. Yarım milyon… Bir kısmı geldi, bir kısmı gelecek… Ve bir an evvel gelmeyenler, korkarım ki, hiç gelmeyecekler.
Böyle olduğu halde evlerde hâlâ dikiş makineleri onlar için çalışmıyor, hanımlarımız lüks manifatura ve yalancı süs dükkanlarının önünden daha ayrılmadı, onlar için Amerikan bezi ve basma aramıyorlar. Yer yer iane listeleri açılmadı. Gençlik nedense bu işi üstüne hâlâ almadı. Teşebbüs eden de yok! Sanki halkımıza bu işte her türlü fedakârlığı yapmamış icab ettiğini söylemekten çekiniyoruz.
Yanlış anlaşılmasın! Ben göçmenlerin yardımla geçindirilmesini teklif etmiyorum. Ben onlara ve bize bu düşmanlığı yapan komşu devletin iktisadî hayatının ve refahının büyük bir tarafını vücûde getiren çok çalışkan, uyanık bir unsurun aramıza geldiğine kaniim. Onların bir an evvel çalışmaya müsait şartlarla yerleştirilmelerini, istihsale atmalarını, bu memleketin ekonomisine girmelerini istiyorum. Fakat aradaki fasılada ve bu yerleşme için halkımızın en geniş şekilde yardımına ihtiyaç vardır.
Bunu söylerken orta sınıfımızın, memur halkımızın, bir kısım kasaba ve köy ahalisinin büyük mahrumiyetler içinde yaşadığını unutmuyorum. Fakat refah ve sıkıntı da nisbîdir.
Bir vatanı olmak, hür ve müstakil yaşamak, tarihine sahip yaşamak, bir takım mükellefiyetlerle kabil olan nimetlerdir. Bazen bu külfetler tahammülün de üstüne çıkabilir. O kadar tecrübe geçirmiş, kara günün her nevini denemiş halkımız bunu çok iyi bilir. Biz sadece imanıyla ve ruhunun cömertliğiyle yaşamış bir milletiz. Öyle olduğu halde niçin münevverlerimiz ve hatta hükümetimiz en sarih şekilde halkımıza müracaat etmiyorlar? Her şeyden mahrum edilenle elimizde olanı paylaşmak zamanındayız.
Yaşama iradesi bu kadar büyük olan ve bütün varlığının devletin varlığıyla kabil olduğunu çok iyi bilen bir milletin cömertliğine müracaattan utanıyor muyuz? Böyle ise Türk milleti bizi affetmez. Bu düşüncenin bir an kafamızdan geçmesini affetmez.
Çoğumuzda göçmen meseleleri karşısında rahatı kaçırılmış bir insan hali var. Sanki asrımızın insanına rahat hakikaten nasibmiş gibi düşünüyoruz. Rahat, ferdî saadet, kaygısız baş, bunlar on dokuzuncu asrın kısa rüyalarıydı. Doğrusunu isterseniz bizlere hiç nasip olmayan rüyalar… İnsan talihinin azdığı bu devirde bunu akla getirmek bile gülünçtür. Bu devirde olsa olsa vazifesini yapmaktan gelen iç ferahlığı, huzur vardır. Çünkü devrimiz, vazife ve mesuliyet duygusu devridir. Milletimizin bu iki duyguyu çok iyi tanır. Bunu her vesile ile gördük.
Tekrar ediyorum, alâkalı resmî makamlar bir taraftan vazifelerini yapadursunlar. Biz milletçe bu iş etrafında seferber olmalıyız. Türkiye’nin Bulgaristan’a vereceği en güzel cevap, yurdun verimli, insan emeğine muhtaç yerlerinde, çok kısa zamanda, birer kasaba ve şehir olması temennisiyle, yeni göçmen köylerinin, şarkî Anadolu, Orta Anadolu, Filibe veya Lofça’larının, Varna ve Vidin’lerinin kurulmasıdır. Böylece tarihimizin kaybettiğimiz anahtarlarına yeniden ve vatan içinde sahip oluyoruz.
Bunun için münevverlerimizin bu işi tek dava olarak ele almaları lazımdır. Unutmayalım, kendi başımıza halledebileceğimiz tek mesele de budur.
Göçmenlerin gelecek mevsimde, yurtta yetiştirecekleri ilk buğday başağının talihe karşı en büyük zaferimiz olacağına inanıyorum. Onu şimdiden yüzüme gözüme sürmek istiyorum.
Unutmayalım ki fevkalade hadiseler, fevkalade tedbirler ister. Hem kendimizden, hem yeni gelen kardeşlerimizden mesulüz.
Kaynak: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, İstanbul: Türkiye Kültür Enstitüsü Yayınları, 1970, ss. 47-53.
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO