- HOME PAGE
- PUBLICATIONS
- BULLETIN ARCHIVE
- Issue 84 Year: 2014
- Modernleşme Dönemi Osmanlısında Ulema Aileleri ve Elitleşme
Modernleşme Dönemi Osmanlısında Ulema Aileleri ve Elitleşme
22 Şubat 2014
Değerlendirme: Betül Sezgin
BSV TAM bünyesinde şubat ayında “Modernleşme Dönemi Osmanlısında Ulema Aileleri ve Elitleşme” isimli panel organize edildi. Oturum başkanlığını Mehmet İpşirli’nin yaptığı panelin konuşmacılarından Arzu Güldöşüren “İkinci Mahmut Dönemi İstanbul Müderrisleri: Sosyal Kökenleri ve Aile Bağları”, Zeynep Altuntaş “Sultan Abdülmecid Dönemi İstanbul Müderrisleri: Meslekte Yükselme ve İstihdam Alanları”, Selim Argun “Elit Çatışma Teorileri Perspektifinden Ulema, Vakıf ve Merkezi Yönetim İlişkileri (1789-1839)” başlıklı sunumlarını gerçekleştirdiler.
İlk panelist Arzu Güldöşüren II. Mahmut Dönemi İstanbul müderrislerinin sosyal kökenleri ve aile bağlarını değerlendirdi. Bu minvalde öncelikle, medrese teşkilatının yapısı ve müderrislerin bu yapı üzerindeki etkilerine odaklanan Güldöşüren, Osmanlı ulemasının hem bilgi ve kültür seviyesi bakımından hem de meselelere hakimiyet ve müdahale etme gücü bakımından toplumun önde gelen seçkin insanları arasında, “elit” tabakadan kabul edildiğine dikkat çekmektedir. Ona göre, Osmanlı ulemasını iyi anlayabilmek için ailelerine bakmak gerekir. Ulema aileleri, müderris, kadıasker hatta şeyhülislam olarak görev almış iktisadi ve askerî görevlerde birinci derecede etkili kişilerdir. Birbirlerini kollayan ve gözeten bir yapıya sahiptirler. Öyle ki, pek çoğunun, rüşvet ve iltimasla, çocuk denecek yaşta medrese makamlarını ve büyük kadılık derecelerini elde ettikleri görülmektedir.
Sunumunda, İstanbul müderrisleri üzerinden bir okuma yapan Güldöşüren, II. Mahmut’un 31 yıllık saltanatı içinde, dört gruba ayırdığı, yaklaşık 1214 müderris tespit etmektedir. Bunlardan ilki, ilmiye kökenli olanlardır. Bu 421 ilmiye mensubu arasından 170’i Dürrizâde, Arapzâde, Paşmakçızâde gibi meşhur ulema ailelerindendir. İkinci olarak bir şekilde görevleri esnasında padişahın gözüne giren ya da müderrislik dışında önemli görevler ifa eden taşralı müderrisler gelir. Bunlar da bir süre sonra kendi oğulları ve torunlarını ya da yakın akrabalarını ilmiye sınıfına sokmuşlardır. Bu şekilde 23 kişinin soyundan gelen 53 kişi vardır. En önemlilerinden biri Pirlepeli Ahmet Efendi’dir. Üçüncü kategori de ilmiye kökenlidir. Bunlar daha çok şeyhülislam ya da dönemin ünlü âlimlerinin soyundan yürüyen ailelerdir; mesela, Aşirefendizâdeler, Sahaflar Şeyhizâde Mehmet Esad Efendi’nin ardından yürüyen aileler gibi. Dördüncü kategori paşaların, yüksek devlet ricalinin çocuklarından teşekkül eder. Burada 34 farklı aileden gelen 97 kişi vardır. Bunların ileri gelenleri Halil Hamit Paşa, Çelebi Mustafa Paşa aileleridir. Bunlara son bir kategori daha ilave edilirse ilmiye teşkilatı içindeki müderrislerin meslekleri dışında imamlık, müneccimbaşılık, hekimbaşılık gibi çeşitli vazifeleri ifa eden müderris aileleri karşımıza çıkar. Bununla birlikte yaptığı araştırma neticesinde, 1703’ten 1839’a kadar öne çıkan 11 aile tespit eden Güldöşüren’e göre İshakzâde, Damatzâde, Feyzullahzâde, Mirzazâde, Mekkizâde ve Asafzâde ailelerinin etkinlikleri bu dönemde azalmaktadır. Dürrizâde, Arapzâde, Paşmakçızâde ve Pirizâde ailelerinin ilmeyedeki muteber konumları ise devam etmektedirÖte taraftan II. Mahmud dönemi ulema ailelerinin yapısı yeknesak değildir. Çeşitli vesilelerle padişaha yakın olup önemli görevler ifa edenlere zamanla ilmiye içinde aileler meydana getirebilmenin yolu açıktı. Nitekim, ilmiye sadece üst düzey aileler için çekici bir alan değildi. Teşkilata giren herkes fırsat bulduğu ölçüde kendi çocuğunu ve yakınlarını ilmiyeye dahil etmeye çalışırdı. Bu nedenle zaman ve şartlara göre etkin olan aileler de değişmiştir. Bu bağlamda öne çıkan birkaç devlet ricali mevcuttur. Birincisi, vali, paşa ya da sadrazam çocuklarıdır. Bunlar II. Mahmud döneminde belirgin bir şekilde ilmiyeyi tercih eder ve aileler oluştururlar. Özellikle valiler, II. Mahmud döneminin hemen öncesinde vali olmak isteyenlerin sayısının artması neticesinde maddi açıdan sıkıntıya düşünce, ilmiye mensuplarının daha düzenli maaş almaları ve toplum içindeki itibarlarının yüksek olması itibariyle çocuklarını ilmiyeye yönlendirmişlerdir. Paşalar ise mallarını müsadereden korumak, mirasını kendi ailesine bırakmak gibi nedenlerle çocuklarını ilmiyeye sevk ederler. Aynı durumda olan silahtar çocukları da vardır ve bunlar da özellikle II. Mahmud döneminde ilmiyeye girerler.
İkinci bir grup ayan çocuklarıdır. Sultan Mahmud Sened-i İttifak’ın hazırlanmasındaki ve Nizam-ı Cedid’in ortadan kaldırılmasındaki rollerini bildiğinden ayanlara karşı merkeziyetçi bir politika benimser. Onların taşradaki hâkimiyetine son vererek kendisine bağlamaya çalışır. Bazı ayan çocukları da bu vesile ile ilmiyeye alınır. Üçüncü grup da, Anadolu’dan, Balkanlar’dan, Kafkasya’dan, İstanbul ve Arap vilayetlerinden gelen taşralı müderrislerdir. Bunlarla ilgili en göze çarpan şey; Anadolu vilayetlerinden gelenlerin Rumeli vilayetlerinden gelenlerin dört katından daha fazla olmasıdır. Bunun birkaç nedeni vardır; Anadolu’nun yüz ölçümünün fazlalığı, en eski ilim ve kültür merkezlerinin; Konya, Kayseri ve Sivas gibi şehirlerin Anadolu’da yer alması, Anadolu şehirlerinde on altıncı yüzyıldan beri devam eden eşkıyalık hareketleri, bürokrasideki hareketlenmeler ve ekonomik bozukluklar. Burada dikkat çekici grup Kafkasyalılardır. Osmanlı-Rus mücadeleleri sırasında kaybedilen Doğu topraklarından Osmanlıya göç eden Kafkasyalılar II. Mahmud döneminde belirgin bir şekilde medreselerde görülmektedir.
Osmanlı ilmiye çalışmalarının dayandığı kaynakları belirterek sunumuna başlayan ikinci panelist Zeynep Altuntaş ise Sultan Abdülmecit dönemi İstanbul’undaki müderrislere değindi. Altuntaş’ın tespitine göre, bu dönemde, ailesi ilmiye kökenli olan müderrisler çoğunlukta değildir. Ailesi taşra kökenli olanlar ilk sırada yer almaktadır. Ardından sırasıyla ilmiye kökenliler, ilmiye dışından gelenler ve İstanbul kökenli müderrisler gelmektedir. Aile arka planına bakıldığında bu durum medrese derecelerinin değiştiğini de gösterir. On iki medrese derecesinden ilk yedi medrese derecesinde taşra kökenliler ön plandadır. Sekizden sonra bu durum ilmiye kökenliler lehine değişir.
Müderrislerin geldikleri derecelere göre görev sürelerinin bilinmesinin ilmiye tarihi açısından önemini fark eden ve yaptığı çalışmada her bir görev süresini araştıran konuşmacı, bu sürenin 0 ile 11 yıl arasında değiştiğini tespit etmektedir. Buna göre, müderrisler en az Sahn-ı Seman, en fazla ilk medrese derecesi olan ibtida-i hâriçte görev almaktadır. İlmiye kökenliler ile taşra kökenliler karşılaştırıldığında aralarında görev bakımından bir farklılık görülmemektedir. Ancak ilmiye kökenli olan müderrislerden bir yılını dahi doldurmadan bir üste geçen müderrislere daha fazla rastlanır. İlmiyeye girişten en son dereceye kadar en fazla görev süresi de 43 yıldır. Bazı müderrisler normal medrese seyri içinde yükselirken bazıları birkaç medrese derecesini atlayarak ilmiye hiyerarşisinde yükselir. Derece atlayarak yükselen müderrisler arasında taşra kökenliler fazladır.
Medrese derecelerini atlayarak ilerleyen müderrislerin dışında itibari olarak görevlendirilen müderrisler de vardır. Bu itibari görevlendirmeler, üst medresede yer olmayınca müderris yerinde kalarak bir üst veya daha üst medrese derecelerinin ona itibari olarak verilmesiyle gerçekleşmektedir.Altuntaş, Sultan Abdülmecit dönemindeki itibari görevlendirmeleri üç grupta tasnif etmektedir. Bunlardan ilki ulema veya onun çevresinden gelen kişilerdir. İkinci gruptakiler ise ünlü biri ile bağlantısı kurulamayan sadece nereli olduğu bilinebilen kişilerdir. Üçüncü gruptakiler de müderrislikten başka görevlere sahip olan kişilerdir. Meşhur bir ulema veya paşaya bağlı olmayan müderrislere verilebilecek en önemli örnek Lofçalı Ahmet Cevdet Efendidir. Kendisi üç defa itibari olarak görevlendirilmiştir. Rusçuklu Ali Fethi Efendi de dört defa ayrı tarihlerde aynı medrese dereceleri ile itibari görevlendirilmiştir. İtibari görevlendirilen müderrisler sadece itibari görevlendirmelerde değil daha sonraki görevlerinde de diğer müderrislere göre daha hızlı yükselmişlerdir. Medreselerde kadılıklara terfiler de söz konusudur. Bu terfiler, yani medreselerde eğitim veren konumundan kazada kadı olma, hukuki alana geçme, sadece medreselerin üst derecelerinde bulunan kişiler için geçerli değildir. İlk medrese derecelerinde de kadılıklara geçme söz konusudur. Ancak medrese derecesinde ilk sıradakilere daha alt mevleviyetler verilmektedir. İstanbul’daki müderrislere ise daha çok üst mevki olan mahreç mevleviyeti verilir. İbtidâ-i hâriç yani medrese derecelerinin başında müderrislik yaparken kadılığa geçenlere ilk örnek İstanbullu Seyyid Efendi’dir. Bir diğer dikkat çekici husus, son müderrislik derecesi olan darülhadiste taşra kökenliler azdır. Ayrıca, devletin önemli kademelerindeki kişilerin oğulları da kadılığa geçebilmiş ve bunu daha sonraki nesillerine aktarabilmişlerdir. II. Mahmud’un imamı Mehmet Zeynelabidin’in soyu bu anlamda bir örnektir. Sonuç itibari ile İstanbul’dan gelen müderrislerle ünlü ulema aileleri veya diğer devlet ricaline mensup müderrisler yan yana yükselebilmiştir.
Öte taraftan, müderrisler hem ilmiye hem de ilmiyeden gayrı görevler icra etmişlerdir. İlmiye dışındaki meslekleri modernleşme çabalarının bir neticesi olarak tezahür eder. İlmiyenin ihmal edildiği ileri sürülen bu dönemde yeni ortaya çıkan müesseselerde başka istihdam alanları açılmıştır. Ulema, mekteplerin kurulmasında, yönetiminde ve hocalığında bulunur. Nezaret ve meclislerde görevlendirilir. Telif ve tercüme gibi ilmi faaliyetlerin yapıldığı Encümen-i Daniş’te ve Meclis-i Maarif-i Umumiye’de yine üst rütbeli müderrisler görülmektedir. Bu istihdam alanları Sultan Abdülmecit zamanında da önemini korur. Modernleşme ile birlikte müderrislere açılan yeni istihdam alanları genellikle görevleri ile birlikte devam eder. Bazıları da ilmiyeden kopup tamamen meslek silkine geçmiştir. İstanbul’da bu durum yaygındır. Sonuç itibariyle bu dönemde ulemanın yetkilerinin azaldığına değil, farklı istihdam alanları ile genişlediğine şahit oluyoruz.
Üçüncü konuşmacı Selim Argun, Osmanlı idari yapısında kimleri elit kabul edeceğiz, sorusu bağlamında, 1789- 1839 yılları arasındaki süreci mercek altına aldı. Richard Lachmann’ın “elite conflict theory of historical contingency” teorisinden hareket eden Argun, bu teorinin içinde barındırdığı üç temel hususa dikkat çekti: ilki “elitler”, ikincisi “conflict (çatışma)”, üçüncüsü de “historical contingency; tarihin belli coğrafyalarında ön görülemeyen bazı olayların ortaya çıkması” hususudur. Argun’a göre bu teorinin cezp edici tarafı, zamanın belli dilimlerinde ortaya çıkan ve sosyal değişmeyi tetikleyen elitler arası mücadelenin sonucunu öngörülebilir kılmasıdır.
Lachmann’ın teorisi bağlamında Osmanlı ulemasını inceleyen ve bu minvalde elit kimdir, Osmanlı uleması elit kabul edilebilir mi sorularının izini süren Argun’un ifadesiyle, ilmi disiplinin kriterlerine göre bir grubun elit sayılabilmesi için bazı şartlar gerekir. Bu şartlardan birisi, idareci kesimden olmaktır. Bunlar, üst düzey idareciler arasından çıkarlar. Siyasi yapının üst kısımlarında yer alan bu mercinin elit olması gerekir. Osmanlı gibi anti merkantilist bir yapıda merkeze ve sultana yakınlık gücün ve otoritenin kaynağıdır. Dolayısıyla üst düzey bir grup ne kadar çok merkezde ve sultana yakın ise o kadar gücü ve nüfuzu fazladır. Grubun elit kabul edilebilmesi için ikinci bir şart da, üyesi olduğu kendine has sosyal bir organizasyona sahip olmasıdır. Yani burada aslında ilmiye silki, Devlet-i Aliyye’nin dört bir tarafına uzanan ve devleti koruma, kollama ve geleneği muhafaza görevini üstlenen aynı zamanda siyasi bir organizasyondur. Osmanlı uleması bu organizasyon tanımına uyması hasebiyle de bu şartı yerine getirir ve Osmanlı üst uleması elit kabul edilebilir. Üçüncüsü ise siyasi bir yapıya sahip olan bu grubun aynı zamanda kendilerini maddi açıdan idame ettirecek bir finansal mekanizmaya sahip olmasıdır. Osmanlıda bu mali desteğin karşılığını bulan kurum vakıflardır. Osmanlı vakıfları, Osmanlı ulemasının gerek mütevellisi gerek nazırı gerek mevkufun leh olması cihetiyle, medreseleri destekleyen finansal kurum niteliğini haizdir ve bu yönüyle ulemaya finansal olarak nisbi bir otonom kazandırmıştır.
Sonuç olarak, Osmanlı uleması bu üçlü saç ayağına uyması hasebiyle elit kabul edilebilir, Argun’un ifadesiyle. Bu noktada ilmiye ile ulema terimlerini de doğru bir şekilde tanımlamak gerekir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte modernleşme çabaları içerisinde
ulema üç farklı biçimde değerlendirilmiştir. Birincisi, “ulema bu modernleşmeye karşı durmuş, ket vurmuştur” görüşünü savunan resmi tarih söyleminin ürünü olan çalışmalardır. İkincisi, Osmanlı ulemasının aslında yeniliklere hem planlama hem icra noktasında çok büyük destek verdiğini, modernleşmede öncü bir rolü bulunduğunu ileri süren yaklaşımlardır. Üçüncüsü ise “ulema desteklemiştir ama ulemanın kendi içerisinde hiyerarşik bir yapılanması vardır. Üst düzey ulema kendi menfaatleri gereği modernleşme çalışmalarına destek olurken alt düzey ulema buna şiddetle muhalefet etmiştir” şeklinde bir tanımlama yapar. Burada üst düzey ulema ile alt düzey ulema arasında bir ayrımla karşılaşıyoruz. Bu kısmen doğru fakat düzeltilmesi gereken bir noktadır. Zira medrese talebesini, bir sufteyi veya softayı âlim ya da ulema diye tanımlamak doğru değildir. Bu, biraz da ulema teriminin kendisinden, fluluğundan kaynaklanır. Oysa, her ilmiye mensubu elit kabul edilemez. Bu nedenle ulemanın reformlara olan muhalefeti de bu kategoriden sonra farklı bir manzara kazanır.
Bütün bu değerlendirmelerden hareketle Argun’a göre, III. Selim ya da II. Mahmud döneminde modernizasyona, modernleşme çabalarına karşı ideolojik anlamda herhangi bir ulema muhalefeti söz konusu değildir. Bu konuda en çok örnek gösterilen Kabakçı İsyanı da aslında alt-üst ulema ayrımından ziyade tam bir elit çatışmasından kaynaklanmıştır. Bu anlamda bir ulema ailesine mensubiyet elitleşme açısından önemli olsa da tek başına sosyal ve siyasal değişimi tetikleyebilecek güçte bir elit klikleşmesi için yeterli değildir. Bunların yanında içerisinde ulemanın da olduğu değişik elit grupları vardır. Bunda da Hâne-gî himaye sistemi önemli bir gruptur. Hâne-gî himaye sistemi aslında nüfuzlu Osmanlı paşalarının veya ileri gelen devlet adamlarının Saray’ı ve bilhassa Enderun’u örnek alarak kendi konaklarında kabiliyetli gençleri yetiştirip onlara yatırım yapması ve bunları devlet kapısına gönderip üst düzey bürokrat devlet adamı gibi konumlara yerleştirerek kendi ekibini kurmak suretiyle devletteki nüfuzunu arttırması sistemidir. Yani olay sadece alt-üst ulema arasında değil de kendi ideolojilerini argümantasyon hâline getirerekkendi menfaatleri yönünde ekiplerini kurup yakın halkaya dâhil olmaya çalışan elit klikler arasında bir çatışmadır. Osmanlı tarihini bu elitler arasındaki mücadele tarihi olarak değerlendirmek mümkündür.
talebesini, bir sufteyi veya softayı âlim ya da ulema diye tanımlamak doğru değildir. Bu, biraz da ulema teriminin kendisinden, fluluğundan kaynaklanır. Oysa, her ilmiye mensubu elit kabul edilemez. Bu nedenle ulemanın reformlara olan muhalefeti de bu kategoriden sonra farklı bir manzara kazanır.
Bütün bu değerlendirmelerden hareketle Argun’a göre, III. Selim ya da II. Mahmud döneminde modernizasyona, modernleşme çabalarına karşı ideolojik anlamda herhangi bir ulema muhalefeti söz konusu değildir. Bu konuda en çok örnek gösterilen Kabakçı İsyanı da aslında alt-üst ulema ayrımından ziyade tam bir elit çatışmasından kaynaklanmıştır. Bu anlamda bir ulema ailesine mensubiyet elitleşme açısından önemli olsa da tek başına sosyal ve siyasal değişimi tetikleyebilecek güçte bir elit klikleşmesi için yeterli değildir. Bunların yanında içerisinde ulemanın da olduğu değişik elit grupları vardır. Bunda da Hâne-gî himaye sistemi önemli bir gruptur. Hâne-gî himaye sistemi aslında nüfuzlu Osmanlı paşalarının veya ileri gelen devlet adamlarının Saray’ı ve bilhassa Enderun’u örnek alarak kendi konaklarında kabiliyetli gençleri yetiştirip onlara yatırım yapması ve bunları devlet kapısına gönderip üst düzey bürokrat devlet adamı gibi konumlara yerleştirerek kendi ekibini kurmak suretiyle devletteki nüfuzunu arttırması sistemidir. Yani olay sadece alt-üst ulema arasında değil de kendi ideolojilerini argümantasyon hâline getirerek kendi menfaatleri yönünde ekiplerini kurup yakın halkaya dâhil olmaya çalışan elit klikler arasında bir çatışmadır. Osmanlı tarihini bu elitler arasındaki mücadele tarihi olarak değerlendirmek mümkündür.
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO