MOLA
Amatör Yokluğu
- Sanat meselelerinde sizi memleketimiz hesabına en ziyade sevindiren ve üzen şey nedir?
Bana bu suali soran genç adama hayretle baktım. Sakin, güler yüzlü bir çocuktu. Koltuğunun altında birkaç kitap, beni görünce yolundan dönmüş, konuşmak istediğini söylemişti.
- Dostum, dedim, bu sual nerden, nasıl aklınıza geldi? Belki sadece şu anınızı harcıyorsunuz. Belki de hakikaten merak ettiğiniz bir meseledir bu. Ben ikincisine karar veriyorum. Sizinle ciddi olarak konuşacağım. Sualinizin ilk kısmının cevabı siz kendinizsiniz. Yani bu soruyu sormanızdır. Bir dakikadır size bakıyorum. Hiç de bir istisnaya benzemiyorsunuz. Demek ki meseleyi böyle alanlar var. İşte bu beni şimdi, şu anda sevindirdi. Şimdi ikinci kısma geçiyorum. Sanat hayatımızın beni üzen tarafı amatör yokluğu. Bilen ve anlayan amatörün yokluğu. Ressamımız, heykeltıraşımız, şairimiz, romancı ve musikişinâsımız, az çok hepsi var. Fakat etraflarında hakikî amatörün, anlayarak, seven adamın yapacağı hava yok. Bu, sade bugünün eserleri için böyle değil, eski sanat hareketleri için de böyle. Seçmeden beğeniyor, düşünmeden seçiyor, yahut hayran oluyoruz. Daha doğrusu hakikî hayranlığı duymadan kelimeleri çığlıklara harcıyoruz. Sanat eserini elimize alıp evirip çevirmesini bilmiyoruz. Ona kendimizi veremiyoruz. Durmadan en olmayacak şeyleri birbirine karıştırıyoruz. Geçen gün bir şiir defteri gördüm. Genç bir adam, sevdiğini sandığı eserleri dikkatle, özene bezene toplamış, yazmış. İçinde kimler yoktu? Yahya Kemal, Hâşim, şiirimizin belki en iyi şairleri vardı. Ne yazık ki defterin yedide altısını bu şairlerle hiç münasebeti olmayan biçare, sakat manzumeler, küçük aptal hicivler, hani o caz musikisine benzeyen gülüncün ötesi parçalar dolduruyordu. Belli ki Yahya Kemal, Hâşim ve öbür şairlerimizin eserleri bu bostana tesadüfen düşmüşlerdi. Bir an bu adamın zevkini tasavvur etmek, bu zevke göre kendisine bir hüviyet vermek, onu muhayyelemde inşâ etmek istedim. İnsan çehresinde mümkün her aksaklığın, her ahenk bozukluğunun yaptığı bir çeşit yüz başlı bir mahluk gözümün önüne geldi. Evet bu zevk hiç de bütün bir şey değildi. Ve tabiatıyla bir bilgiye, bir şuura, hatta tabiat tarafından tanzim edilmiş bir iç duyuya dayanması imkânsızdı. En iyiden en kötüye doğru bir maden kuyusuna inilir gibi iniliyordu. Bu ıttıratsızlık, bu kendisini bütünüyle vermeden bir takım şeyleri sever görünme, bu seçip ayırma yokluğu en acınacak şeydir. Zenci, her bulduğunu hoşuna gitmek şartıyla boynuna, koluna takar. Saksağan yuvasında parlak, renkli, gözüne ne rastlamışsa buluruz. Fakat kendi seçtiğimiz şiirlerle yaptığımız bir şiir mecmuasında… Garb’da yaşayan şiirden Ortaçağ şiirine, yaşayan romandan on altıncı asır romanına, Çin, Japon eserlerine, antik madalyadan Avustralya vahşilerinin sanatına kadar her sanat dalının her fikir hareketinin, her sanatkarın, hatta her büyük gazetecinin yüzlerce bilen, anlayan, ömrünü ona vakf eden amatörü vardır. Bınlar ne üniversite hocaları gibi derinleşmiş alimlerdir, ne de şöhretli münekkitlerdir. Bu bilgileri ile hiçbir şey kazanmazlar. Hatta içlerinde bazıları bu uğurda iflas ederek hayatlarını zenginleştirirler. Çok defa üniversite hocası, büyük münekkit onlardan istifade eder. Kimi, Hugo’nun otuz bin mısraı ezberinde olduğu için farkına varılması en imkânsız hatayı düzeltir. Kimi adını ancak ansiklopedide göreceğiniz bir şair için en geniş bibliyografi malumatını verir, kimi Corot’ya veya Rubens’e atfedilen bir eser hakkında en salahiyetli münakaşayı açar.
İşte en büyük eksiğimiz bu bilgi, bu kendini verme, bu tanıma, ayırma ve bu şartlar içinde sevme yokluğudur.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, İstanbul: Türkiye Kültür Enstitüsü Yayınları, 1970, s. 62-64 "
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO