- HOME PAGE
- PUBLICATIONS
- BULLETIN ARCHIVE
- Issue 91 Year: 2016
- Türklerde Askeri Müzik: Tuğ, Nevbet, Mehter
Türklerde Askeri Müzik: Tuğ, Nevbet, Mehter
Timur Vural
Değerlendirme: Özge Uslu
Bilim ve Sanat Vakfı bünyesindeki Sanat Araştırmaları Merkezi ile Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin ortaklaşa düzenlediği § serisinin dokuzuncu oturumunda Niğde Üniversitesi’nden Doç. Dr. Timur Vural, Ocak 2013’te yayınlanan kitabı çerçevesinde “Türklerde Askerî Müzik Geleneği: Tuğ, Nevbet ve Mehter” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. Sunumda, İslam öncesi Türk topluluklarından bu yana askerî müzik geleneğinin tarihsel serüvenine dair değerlendirmelerini katılımcılarla paylaştı.
Mehter üzerindeki ilmî çalışmaların oldukça az olduğunu ifade eden Vural, 2010 yılında bu konu üzerine detaylı tarihsel inceleme ve araştırmalara başlamış. Vural, araştırmaları sırasında Türklerde tespit edilen ilk askerî müzik toplulukları ve bunların diğerleriyle bağlantıları hususunda ortaya koyulan her yeni kaynak ve çalışmanın, özellikle İslamiyet öncesi Türk kültürüne yönelik çalışmaların azlığı nedeniyle, bu alana yeni birer değer olarak katıldığını belirterek konuşmasına başladı.
Osmanlı dönemine kadar farklı isimlerle anılan askeri müzik topluluklarına Hunlar döneminde tuğ denilmiştir. Tuğ, dünyadaki en eski askerî müzik topluluklarından biri olsa da pek çok kaynakta geçtiği gibi ilk askerî müzik topluluğu olmadığı, M.Ö. 8. yüzyılda Mısır topluluğunda askerî müzisyenlerin varlığı bilinmektedir. M. S. 2. yüzyılda kaleme alınmış bir Çin kroniğine göre tuğ takımları hakanın sarayının hemen yanında konumlanmış ve müziklerini burada icra etmişlerdir. Tuğ takımları, bir takımda çalgı olarak kullanılan her bir aletten eşit sayıda olması anlamına gelen kat geleneğine uygun olarak kurulmaktaydılar.
Türklerin İslam’ı kabulünden sonra tuğ takımı yerini nevbete bırakmıştır. Nevbet, çalgıların türü ve yapım usulleri anlamında çok daha gelişmiş bir topluluk olarak karşımıza çıkar. Selçuklu devrinden itibaren sultana ait nevbet takımları günde beş vakit nevbet vururken, ona bağlı olan sultanların günde en fazla üç nevbet vurdurma hakları mevcut olup kendi hakkından fazla nevbet vurduranlar isyankâr olarak kabul edilmişlerdir. İslam dininin gereklerinden olan namaz ibadetinin vakitlerini duyuran nevbetin, bu hiyerarşik nevbet vurma sayısı ile de hükümdarlığın alametlerinden biri olduğu anlaşılmaktadır. Gittikleri her yere nevbet takımlarını da götüren Selçuklular döneminde yapılan müzik de duruma göre şekillenmiş, etkileyici savaş ezgilerinin yanında Selçuklu sarayında eğlence amacıyla da kullanılmıştır.
Askerî müzik takımları, Osmanlı dönemine gelindiğinde Farsça bir kelime olan mehter adını almışlardır. Daha önceden saray hizmetçilerinin genel adı olarak kullanılan mehter terimi Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren özel olarak saz takımı için kullanılmaya başlanmıştır. Bir çok Osmanlı kaynağında Mehterhane-i Tabl-u Alem yani davul ve bayrak mehteri olarak geçen mehterhane, bayrak ve sancaklarla birlikte saray teşrifatında yer aldıkları için böyle adlandırılmıştır. Mehter, bir devletin bağımsızlığının ve ihtişamının Türklük usulünce yansıtılmasıdır. Mehteri sadece bir müzik takımı ve sultanın eğlence aracı olarak düşünmenin ve böyle aktarmanın doğru olmayacağına değinen Vural›a göre mehter, Türk topluluklarının sosyal ve devlet hayatının, dolayısıyla da Türk kültürü tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır. Türk halkının gözünde mehterin özünü teşkil eden davul ve zurna meydan sazlarıdır. Meydanlar ise halkın coşkuyla koştuğu, şenliklerle zaman geçirdiği yerlerdir. Meydanlarda halkı birbiriyle kaynaştıran, birlik, beraberlik ve dayanışma içinde halkı kenetleyen, halkı müşterek emellere yönelten önemli birer unsur olan davul ve zurna savaşlarda ise düşmanın yüreğine korku salmaktadır. Fakat mehter orduda sadece Türk askerlerini şevke getirmek veya düşman askerlerine karşı psikolojik üstünlük sağlamak için değil ordunun bir menzilden diğerine yürüyüşünde ve askerlerin safta toplanmaları sırasında da çalınır ve buna çeng-i harbî denilirdi.
Batı müziğine göre oldukça gürültülü ve kuvvetli bir müzik olan mehter müziği Batı’da o kadar etkili olmuştur ki özellikle 17. yüzyılda Avrupa’nın büyük bir kesiminde taklit edilir hale gelmiş, yeni bir müzik türü ve teriminin doğmasına vesile olmuştur. Avusturyalı sanatçı Franz Joseph Haydn’ın Askerî Senfoni’si, Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma isimli operası ve yine Mozart’ın Türk Marşı isimli eseri bu müzik türünün etkisi altında yazılmış ve tanınmış bazı başyapıtlardır. 17. yüzyıla kadar Batı müziğinde ritim pek ön-planda olmamasına rağmen bu eserler mehterin ritminden etkilenmişlerdir. Vurmalı çalgı olarak def benzeri bir alet kullanılan Batı müziği, bu yıllarda Türklerle girilen savaşlar sayesinde davul ile tanışmıştır.
Osmanlı’da mehter denince akla ilk olarak askerî müzisyenler gelse de Mehterhane-i Alem merkez teşkilatına bağlı iki ayrı teşkilat bulunmaktaydı: Hayme (çadır) mehteri ve Mehterhane-i Tabl-u Alem (sancak ve davul mehteri). Sultan gelmeden iki gün önce konaklayacağı yere varan, hükümdara ait otağı diken, hazırlayan ve bakımını yapan geniş bir yapılanmaya sahip mehtere hayme (çadır) mehteri denirdi. Mehterhane-i Tabl-u Alem içerisinde ise, 30-40 sancaktarlık bir bölükten oluşan bayrak mehteri ve her biri farklı bir bölüğü oluşturan zurnazen, tabılzen, zilzen, çevgân ve şakirdanlardan oluşan 62-63 kişilik yedi bölükten oluşan çalıcı mehter bulunurdu. Padişaha ait mehter takımından başka vezir, sadrazam, kaptan-ı derya, beylerbeyi, sancakbeyi ve yeniçeri ağalarının da mehter takımları bulunmaktaydı.
Mehterin oldukça sistematik teşkilatlanmasından sonra konuşmanın devamında Osmanlı tarihinde mehterin yeri anlatıldı. Kısaca Moğol istilası altındaki Anadolu Selçuklu Devleti’nin son dönemlerindeki vaziyetin resmini çizen Vural, diğer uç beyleri gibi kendi devletine saldırmaması ve cihat ile meşgul olması nedeniyle Sultan II. Gıyaseddin Mesud tarafından 1299’da melik-ül ümerâ olarak tayin edilen Osmanoğullarının beyi Osman Gazi’ye yine sultan tarafından tabl, âlem ve nakkare (ikili davul) gönderilmesinin Türk geleneğinde mehterin siyasi güç ve bağımsızlığın göstergesi olduğunun kanıtı olarak görülebileceğini belirtti.
1808-1830 yılları arasında saltanat sürmüş Sultan II. Mahmut tarafından kaldırılan yeniçeri ocağıyla birlikte onunla bağdaşık düşünülen ve halkın gözünde itibar kaybeden mehterin izi, o dönemde mehterlerin mezar taşlarının kırılmasına kadar varabilen aşırılıklarla silinmeye çalışılmıştır. 1915-16 yıllarında, hem sanatçı hem de sanat tarihçisi olan Celal Esat Arseven tarafından mehterin tekrar kurulması için girişimler başlatımış ve o dönemde mehter tekrar ordu bünyesinde şekillendirilmeye başlanmıştır. Fakat aslını yansıtmadığı gerekçesiyle 1935 yılında tekrar kaldırılan mehter, 1952 yılında dönemin genelkurmay başkanının İngiltere’ye yaptığı bir ziyaret sırasında İngiliz kültürünü yansıtan bir gayda takımını görmesi ve etkilenmesiyle yurda dönüşünün hemen ardından talimat verilmiş ve genelkurmay bünyesinde askerî müzik faaliyetlerine başlanmıştır.
Sunumunun sonuna doğru çalışması sırasında minyatürlerden oldukça faydalandığını açıklayan Vural, mehterin giysileri, çalgıları, ordudaki konumları ve hangi durumlarda çaldıklarıyla ilgili çok ayrıntılı bilgilere ulaştığını belirtti. Mehter geleneğimizin tarihte büyük kopmalar yaşaması nedeniyle bugünkü mehter takımlarının giysiler dışında mehterin müzikal gelenek ve tarihini yansıtmada büyük eksikliklerinin olduğuna değindi. Bugün dinlediğimiz çoğu marşın 1915-16 yıllarında çeşitli besteciler tarafından bestelendiği ve mehterin özünü yansıtmadıkları ve bu zamana ulaşan birkaç marşın mehter kaldırıldıktan sonra Avrupa’ya kaçan mehterlerin notaya dökmeleri sayesinde elimizde olduğu bilinmektedir.
Geleneksel askerî müziğin Türkiye’nin ve Türk kültürünün tanıtılmasında oldukça faydalı olacağını değerlendiren Vural, bu binlerce yıllık tarihî geleneği yansıtırken en ufak ayrıntılara dahi büyük titizlikle sadık kalınması gerektiğini, aksi halde bu toplulukların geleneksellikten uzak, yozlaşmış ve milli duygularımıza tercüman olamayacak topluluklar haline geleceğini hatırlatarak sözlerine son verdi.
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO