- HOME PAGE
- PUBLICATIONS
- BULLETIN ARCHIVE
- Issue 59 Year: 2005
- Türk Edebiyatının Batılılaşma Süreci
Türk Edebiyatının Batılılaşma Süreci
Orhan Okay
SAMKırkambar
23 Kasım 2005
Değerlendirme: Neslihan Demirci
Farklı bir medeniyet ve kültür dairesinin eşiğinde, yeni paradigmalar karşısında yaşanan çatışmalarıyla 19. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin en uzun yüzyılı. Batılılaşma maceramızın emekleme evresi sayılan ilk dönemini Tanzimat Edebiyatı üzerinden mütalâa etmek istedik. Sanat Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Kırkambar Toplantılarının ilk halkasında, Edebiyat tarihçiliğinde bir devrin son temsilcilerinden Prof. Orhan Okay’ı, Ekim ayında yayınlanan Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2005) adlı kitabı, vesilesiyle konuk ettik.
Orhan Okay, tarihe yaklaşımının kaderci/ determinist bir çizgi taşıdığını belirterek söze başladı. Bu bahiste epeyce yer işgal eden “Batılılaşmalı mıydık?” sorusunun gereksiz olduğunu, Osmanlı tarihinin ve coğrafyasının genel yapısı sebebiyle Batı’yla yüzleşmekte geç bile kalındığını kaydetti. Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Sefaretname’sinden edinilen ilk izlenimler Batı’nın göz dolduran teknik düzenine yönelik hayranlıktan ibaret kalıyor. Bu gelişmelerin zeminindeki bilim ve felsefeyi kavramak yerine, tekniğini alarak askerî kaybın önüne geçme çabası ağır basıyor.
19. yüzyıl düşünce hayatını niçin çoğunlukla edebiyatçıların şekillendirdiği sorusuyla başlıyoruz. Teknik konularda eğitim almak üzere Avrupa’ya gönderilen aydınlar içinden, maliye eğitimi için gönderilmiş, orada edebiyatçılarla vakit geçirmiş, siyasî bağlantılar da kurmuş, dönerken de eteğine gazetecilik, tiyatro, dil konularında kırıntılar doldurmuş Şinasi ismi çıkıyor karşımıza. Büyük bir edebiyatçı değilse de “ilk” olmayı başardığı her alanda Tanzimat edebiyatçılarının yetişmesine sağladığı vesilelerle Şinasi yenileşme açısından bir köşe taşı. Dolayısıyla Batı’dan alınan ilk örnekler, halka edebiyat üzerinden ulaşıyor. Diğer bir deyişle bu dönüşümü halka duyurmak edebiyatçılara düşüyor.
Tanzimat yazarlarının, yenileşmeye sıvandıkları halde, Batı’nın felsefesine mesafeli kalmalarındaki temel saik neydi? Okay, Tanzimatçıların eski defterleri tamamen dürmeseler de yeni açtıkları defterde bir terkip yapmak isterken Batı medeniyeti karşısında takınacakları tavrın kaygısını taşıdıklarını belirtiyor. Bu, bugüne değin her aydının bir tarafında yer aldığı bir seçimdir: Neyi alacak, neyi bırakacak? Felsefeye karşı tavırları ise çok yeni değil; sadece Osmanlı’nın değil İslâm dünyasının öteden beri tartışageldiği konular. III. Selim’in reisülküttabı Âtıf Efendi’nin lâyihasındaki “Volter ve Ruso denmekle maruf olan zındıklar” ifadesi devrin bakış açısını yansıtıyor. Felsefenin benimsenmesi ise Harbiye, Tıbbiye gibi okullara sansürden bir nebze kurtularak, yabancı hocalar vasıtasıyla giren yabancı basın üzerinden gerçekleşmiştir. Bilhassa geleneksel bakış açısının yönünü epeyce değiştirecek olan materyalist felsefenin yayılmasını başat olarak bu etkene bağlayabiliriz. Meselâ Beşir Fuad ile diğer aydınlar arasında, ilk felsefe tercümelerinden itibaren aydınları meşgul eden Voltaire hakkında şiddetli tartışmalar yaşanır.
İlk edebî tercümelere baktığımızda 19. yüzyıl aydınının Batılı türleri benimsemekte niçin zorlandığı sorusunun cevaplarından birini de alıyoruz. Maarif nazırı Yusuf Kâmil Paşa –Telemak tercümesine yazdığı takrizde, “(…) hikâye görünür ama erbabı andan hikmet elde edecektir” şeklinde bir ifade kullanır. Osmanlı geleneğinde nazım makbul sayıldığından bir bürokratın avama hitap eden hikâyeler yazması, küçültücü bir davranış olarak algılanacaktı. Bunu hikmet olarak sunduğunda ise – geçmişte siyasetnamelerin gördüğü rağbet düşünülürse- yeni türde yazılmış bu eser, ağır diline rağmen, 11 kez basılacak kadar çok alıcı buluyordu.
Batılı türlerin ilk örneklerinden başlayarak bugüne değin Türk romanının Batı’daki örnekleri birkaç adım geriden takip etmesi hususunda dönemin lokomotifi Şinasi’nin halkın diliyle yazarak halkı eğitmek gibi iki hedefle yola çıktığını, diğer romancıların da altın devrini yaşayan Hugo gibi en meşhur örneklere takılıp kaldıklarını işaret ediyor. Aynı dönemde realist yazarlar da yazmaktadır ama Tanzimat yazarlarının ilgisi romantiklerin bile daha edebîlerine değil, macera romanı sınıfına giren örneklere yöneliktir. Halit Ziya ve Beşir Fuat gibi isimler, çağdaşlarını Batı romanını, edebiyatını tanımamakla suçluyorlar.
Servet-i Fünun döneminde bir anlamda realist romana romantik elbise giydirdikleri türünden eleştirilere muhatap olan yazarlar baskıdan şikayet etmişler, ancak II. Meşrutiyet sonrasının rahat ortamında da aynı dokunaklı eğilimleri sürdürmüşlerdir. Okay bu aksaklığı yazarların yetişme şartlarına bağlıyor. Batı romanını devrin şartlarında en iyi anlayan Halit Ziya gibi yazarların da yarı realist-yarı romantik üslupla yazmaktan kurtulamadıkları ortadadır. Onlar açısından mühim olan: Hayat gerçektir, sizin hassasiyetinizi kırar ve sizi mağlup eder. Bu, kahramanlarla beraber romantizmin de mağlubiyetidir.
Yapı bakımından Türk romanı çizgisindeki kırılmalara ilişkin olarak Okay, sözgelimi Peyami Safa’nın romandaki teknik başarısının zamanında anlaşılamadığını, yazılan eleştirilerin, romanların içeriğine takılıp kaldığını bugün de birkaç örnek dışında aşılamadığını kaydetti. Romancılığın sekteye uğrayışı, eleştiri geleneğimiz olmayışına da bağlanmalıdır.
Okay’ın türlerin gelişmesine ilişkin görüşü, sorunun bugüne uzanan ucuna değinirken samimi bir itirafı da içeriyor. Edebiyat fakültelerindeki hocaların Batı’yla ilişkisinin yeniliklerden uzak kalacak kadar kopuk olduğunu, Türk edebiyatı verimlerinin yeni metotlarla ele alınmasının Batı filolojisindeki hocalar sayesinde olduğunu dile getiriyor.
1950’li ve 60’ların edebiyat ortamıyla bugünü karşılaştırdığında Okay, daktilonun herkeste bulunmayacak kadar lüks bir eşya sayıldığı, tükenmez kalem ve fotokopi makinelerinin hayal bile edilmediği yıllardan bu yana çok hızlı değişimler yaşandığını ama o günlerdeki entelektüel ortamın daha nitelikli olduğunu söylüyor. İmza günleri, kitap fuarları, albenili dergilerin olmadığı günlerden bu yana okuyucuların sayıca artmadığını, eskinin lise mezunlarının bugünün yüksek lisans öğrencileriyle boy ölçüşebileceğini ekliyor.
SEMINARS
As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.
MORE INFO