- ANA SAYFA
- YAYINLAR
- BÜLTEN ARŞİV
- SAYI 75 YIL: 2011
- SEYRÜSEFER
SEYRÜSEFER
İran Günceleri
Ozan Sağsöz
İstanbul’97
Üniversite çıkışı haftanın birkaç günü uğradığımız Adnan Abinin Bakırköy’deki antikacı dükkanında liseden arkadaşım Hayrettin ile sohbet ediyoruz. Bana Nepal’e gidelim mi diye soruyor. Nasıl diye sorusuna soruyla cevap veriyorum. Tren, otobüs ile İran, Pakistan, Hindistan ve nihayetinde Nepal diyor. Plan aklıma yatıyor ne zaman yapacağımız konusunu konuşuyoruz. Eylül sonu Ekim başı gibi karar kılıyoruz. Sene sonunda muhasebe ve anayasa hukukundan bütünlemeye kalıyorum. Bütünlemelerin Eylülde olduğunu öğrenmem
ile seyahat planlarım tabii olarak suya düşüyor. Hayrettin ile durumu konuşuyoruz benimle aynı üniversitede olmadığı için onun böyle bir sorunu yok. Bensiz gideceğini söylüyor… Hayrettin Nepal’de iken, bütünlemelerde anayasa hukukundan tekrar kalıyorum ve okul uzuyor. Fakülteye gidip gelirken önünden geçtiğim Cağaloğlu Yokuşundaki İran konsolosluğunun dış cephesinde bulunan fotoğraflara hasretle bakıyorum.
İstanbul’07
Yine seyahat düşünceleri kafamda ama neresi olacağı konusunda birkaç seçenek var: Japonya yahut İran. Arada İstiklal Caddesine çıkıyorum. Robinson Cruose’da Lonely Planet’in
İran rehber kitabını karıştırıyorum. Kitabı rafa koyuyorum; hâlâ kararsızım… Kim alır bu rehberi diye aklımdan geçiyor; çünkü kitap tek nüsha. Kararımı verdiğim zaman gelir alırım nasıl olsa diyor çıkıyorum. Birkaç gün sonra nereye gideceğim konusunda kararımı veriyorum. Birkaç ay önce on günlüğüne Japonya’da bulunduğumdan yeni yerlere yelken açmanın ve on sene önceki hayalimi gerçekleştirmenin zamandır diye İran diyorum. Sırt çantamı hazırlamaya başlıyorum. Rehber kitabı almak için Robinson Cruose’ya gidiyorum; fakat kitap satılmış… Depoyu da kontrol ediyorlar, yok… Caddedeki diğer bütün kitapçılara gidiyorum. Lakin hiçbirinde İran’a
ait rehber kitap adına hiçbir şey yok. Beyoğlu’ndan Cağaloğlu’na geçiyorum. Nafile hiçbir yerde yok… Kitabevi’ne gidiyorum Mehmet Varış’a da soruyorum. Elinde sadece James Morier’in İsfahan’dan İstanbul’a Hacı Baba’nın Maceralarıolduğunu söylüyor, okuyup okumadığımı soruyor. Okumadığımı söyleyince hediye
ediyor kitabı. Koca İstanbul’da İran üzerine rehber kitap bulunmaması da biraz garip geliyor bana.
Tahran’07
İstanbul’dan gece yarısı havalanıyor teyyare, Tahran’a doğru. Elimde sadece Tahran’da yaşayan bir arkadaşın telefon numarası. Arkadaş dediysem arkadaşın arkadaşı. Tahran’a varınca arayıp neler yapabileceğimi sorarak yoluma devam edeceğim. Sabah 3:30 gibi Tahran havalimanına iniyoruz. Pasaport kontrolüne varıyorum. Üzerimde İran’ın Türki-
ye’den vize istememesinin rahatlığı var. Pasaport polisi adres diye soruyor. Şaşırıyorum elimde telefon numarasıdan başka bir şey olmadığından telefon numarasını uzatıyorum. Bilgisayara kaydediyor ve mührü vuruyor. Sabahın 4’ü olduğu için arkadaşımın arkadaşı Oğuz’u aramak
için vakit çok erken. Kafeteryaya
oturuyorum. Sabahın olmasını beklerken Alman bir çift yaklaşıyor. Şehre beraber gitme teklifinde bulunuyorlar; çünkü İmam Humeyni Havalimanı şehrin biraz dışında. Güneş bozkırda yükselmeye başlarken taksinin ön koltuğunda güneşi izliyorum.
Oğuz ile buluşuyoruz. Beni Tahran Üniversitesi’nin doktora yurdunda kalan Türklerin yanına götürüyor. Biraz hoşbeş ettikten sonra uykuya dalıyorum. Akşam Oğuz beni alıp yemeğe götürüyor. İran yemekleriyle tanışıyorum; hayal kırıklığı… Oysa, Türkiye’nin güneydoğusuna doğru
ilerledikçe yemeklerin lezzeti artıyorsa, sınırı geçtikten sonra muhteşem olmalı diye düşünmüştüm. Rehber kitabım olmadığın için Oğuz’un verdiği malumatları not alıyorum. Yaklaşık bir haftalık bir plan yapıyorum…
Ertesi gün Güney Terminali’ne gidiyorum. İsfahan’a otobüs arıyorum. Bilet fiyatını soruyorum üç liraya yakın bir fiyat söylüyor acentedeki eleman. Bileti alıp otobüse yollanıyorum. Otobüs çocukluğumda Erzurum-İstanbul seyahatlerimi yaptığım Mercedes 0302, eski mi eski... Otobüse binip hareket saatini bekliyorum. Bu sırada yolcu koltuklarının üzerindeki havalandırma, aydınlatma grubundan sarkan bardağımsı şey dikkatimi çekiyor ama bir türlü çözemiyorum ne olduğunu. Otobüs yol alıyor ve arada durup yolcu topluyor. Bir ara yolculardan biri tavanda asılı duran bardaklardan birini alıyor ve şoförün arkasında bulunan buzdolabımsı kutudan su dolduruyor. Afiyet ile içtikten sonra bardağı yerine koyuyor. Seyahat konusundaki acemiliğim geçtikten sonra (yoksa acem olduktan sonra mı demek lazım) ikinci sınıfta bilet aldığımı anlıyorum.
İsfahan’07
İsfahan’a gece varıyorum… Taksiye binip ismini önceden öğrendiğim Emir Kebir Hostel’ine gidiyorum. Hostel’de geceliği 30 liraya iki kişilik oda tutuyorum. Odama geçip yatağa seriliyorum. Biraz dinlenip sokağa
atıyorum kendimi; Çar Bağ Caddesinde yürüyor, Zayende Behri üzerinde bulunan Siesepol Köprüsünü geçiyorum. Gece aydınlatması ile şiirvari duruyor. Köprünün kemerinin altında havanın serinliğini dağıtmak için çayımı yudumluyorum.
Sabah uyanıp eski adıyla Nakş-ı Cihan, devrim sonrası adıyla İmam Meydanına gidiyorum. İran’da İslam Devrimi sonrası caddelerin, camilerin ismi devrime uygun olarak değiştirilmiş. Bunlardan biride Nakş-ı Cihan Meydanındaki eski adıyla Şah, yeni adıyla İmam Camii. Nakş-ı Cihan Meydanı çevgân (polo) oyunları için inşa edilmiş, 186m*350m boyutlarında dikdörtgen bir meydan. Kısa kenarlarının birinde Şah Camii diğerinde ise kapalı çarşının giriş kapısı, uzun kenarların orta kısmında
ise Alî Kapı Sarayı ve Şeyh Lütfullah Camii yer almakta. Şeyh Lütfullah Camii boyut olarak Eminönü’ndeki Rüstem Paşa kadar. Şeyh Lütfullah Camii kubbesinden tabanına iç ve dış cephesiyle çiniyle kaplanmış... İran’daki klasik dönem camileri büyüklük
olarak Osmanlı camileriyle kıyas kabul etmez. Fakat ince işçilik ve çini bakımından İran camiileri kesinlikle muhteşemdir. Şah Camii de büyük armudi kubbesi ve mavinin değişik tonlarına sahip çinileriyle yerini almıştır meydanda. İki camiyi gezdikten sonra Alî Kapı Sarayına yöneliyorum… Meydanın etrafında özellikle halı, mücevher ve minyatür satan dükkanlar var. Meydana yakın bir başka saray da yaklaşık 5-10 dakikalık yürüyüş mesafesinde yer alan Çehel Sütun Sarayı. Bu saray da I. Abbas tarafından yaptırılmış. İçinde Çaldıran Muharebesini tasvir eden duvar resimleri mevcut. Bu muharebede Şah İsmail, I. Selim tarafından mağlup edilmişti… Galip olanın kendi galibiyetini duvar resmi olarak yaptırması gayet makul iken, neden mağlup taraf kendi mağlubiyetini misafirlerini ağırladığı sarayın en geniş duvarına yaptırır. Açıkçası bilmiyorum, sadece resmin altında şöyle bir ifade var “Şah İsmail mühimmat eksikliği nedeniyle mağlup oldu.”
Hostele geri döndüğümde, avluya çıkıyorum. Masada Avrupalı iki kişi
oturuyor. Selamlaşıp, muhabbet etmeye başlıyoruz. İkisinin de Danimarkalı olduğunu öğreniyorum. Bjorn, altı ay önce Kopenghan’dan İsfahan’a
ulaşmak üzere bisiklet ile yola çıkmış… Morten ise Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Türkiye’yi gezdikten sonra İran’a gelmiş. Akşamın çökmesiyle beraber yemek için dışarı çıkıyoruz. Bu arada muhabbetin kıvamı da giderek koyulaşmaya başlıyor. Ertesi gün için beraber İsfahan’ın dışında bulunan Ateşgâh’a gitmeyi teklif ediyorlar. Ben de olur diyorum. Ertesi gün Ateşgâh’a taksi tutuyoruz. Bir dönem Zerdüştlerin ibadet ettikleri yüksek bir tepenin üzerine kurulu Ateşgâhlar… Gün içinde nereleri gezeceğimiz üzerine konuşuyoruz. Morten, Lonely Planet’ın İran rehberin çıkarıyor. Bakıp nerelere gidebiliriz derken söz dönüp dolaşıp rehber kitaba geliyor. Morten bir hafta önce kitabı İstiklal Caddesi üzerinde bir kitapçıdan aldığını söylüyor. Kitapçının tam yerini soruyorum. Tarifine göre Robinson Cruose… İstanbul’da karıştırdığım kitap İsfahan’da karşıma çıkıyor. Akşamüzeri Seisepol Köprüsünde beraber çay içiyoruz. İsfandan sonra nereye gideceğimizi konuşuyoruz. Şiraz-Bender Abbas-Yezd-Tahran güzergahını öneriyorum. Morten Şiraz-Yezd-Meşhed’e gideceğini söylüyor. Bjorn ise Şiraz-İsfahan-Tahran. Şiraz’da buluşup beraber gezmek için sözleşiyoruz.
Seyahat devam edecek…
2024 Güz Programı
Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.
DETAYLI BİLGİ