Toplumsal Mekân Etiği ve İstanbul’da Güvenlikli Siteler

12 Mayıs 2012
Değerlendirme:
Ahmet Baş

BSV-TAM bünyesindeki Şehir Çalışmaları Atölyesi tarafından organize edilen iki oturumluk “Toplumsal Mekân Etiği ve İstanbul’da Güvenlikli Siteler” isimli panelin “Kentsel Yenileşmenin Boyutları” adlı birinci oturumu Ferhat Kentel başkanlığında, ikinci oturumu Aslı Telli Aydemir başkanlığında yapıldı.

Birinci oturumun konuşmacılarından Uğur Tanyeli “İstanbul Konutunda Mahremiyetin Kısa Tarihi: Osmanlı’dan Bugüne”, Alim Arlı “Kentsel Ayrışmadan Dışlamaya: Toplumsal Etik Arayışları” ve Tuna Kuyucu “Yeni Bir Piyasa Yaratma Aracı Olarak TOKİ ve Kentsel Dönüşüm Projeleri” konularına odaklandı.

Programın ikinci oturumunda ise oturum konuşmacılarından Murat Güvenç “İstanbul’da Toplumsal-Mekânsal Değişim: 1990-2010 Dönemi Nasıl Okunabilir”, Emrah Altınok “Bir -Mekânsal Sabite Aygıtı- Olarak TOKİ ve İstanbul Projeleri” ve Köksal Alver “Siteleşme-Sterilleşme: Mekân ve Yaşam Tarzları ” üzerinde durdu.

Uğur Tanyeli, İstanbul özelinde mahremiyeti işlediği konusunda, özellikle mahremiyetin günümüzde oluşan kapalı sitelerle ilişkisine değindi. Mahremiyet nedir sorusunun cevabını arayan Tanyeli’ye göre mahremiyet çok boyutlu bir alanı kapsamaktadır. Bu boyutlardan birisi de insanların özel hayatını; diğer insanlara bu özel hayatın ne kadarının gösterilmesi ve ne kadarının gösterilmemesi gerektiğini içermektedir. Bu noktadan hareketle mahremiyet kısaca bir sınır tanımı olarak öne çıkmaktadır. Bu çerçevede neyin özel neyin kamuya açık olduğu ile ilgili tartışmalar ise on dokuzuncu yüzyıla kadar gitmektedir. Özellikle on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Roma’da ve Batı’da olan ama daha önce biz de olmayan bir kavram ve bu kavram etrafında gelişen kelimeler ve olaylarla artık düşünülmektedir. Bu yüzden on dokuzuncu yüzyıl öncesindeki insanlar için günümüz kavramlarının da onlar için geçerli olduğunu varsayarak konuşmak bir dikatomiye dönüşmektedir.

Mahremiyet algısına değinen Tanyeli’ye göre, bugün mahremiyetin sürekli olarak aşındırıldığı düşünülmektedir. Oysa günümüzde özel hayatın korunmasına ve mahremiyetin sağlanmasına yönelik çok sıkı kurallar uygulanmakta ve mekânsal düzenlemeler yapılmaktadır. Diğer taraftan geçmişte mahremiyet ve özel yaşamın daha sıkı korunduğu düşünülür; acaba öyle midir? Örneğin on altıncı yüzyıldaki İstanbul Vakıf Tahrir Defterleri incelendiğinde İstanbul’daki konutların yaklaşık %75’i tek odalı evlerden oluşmaktadır. Ayrıca vakıfların işlettiği tek hücreli sıra evleri de bu orana dâhil edersek on altıncı yüzyılda İstanbul’da yaşayan insanların büyük çoğunluğunun tek odalı evlerde yaşadığı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Hatta bu hûcuratlar ortak kullanılan mekâna açılan sıra evlerden oluştuğu ve dışa kapalı olduğu için bir nevi kapalı siteleri de andırmaktadır. Buna ek olarak bu durum sadece İstanbul’a özgü bir durum olmayıp, küçük ölçekli de olsa Bursa ve Edirne gibi şehirlerde ve Kahire’de de bâb adı altında görülmektedir. Bu durum bir tür grup mahremiyetini oluştururken ayrıca bu grupların oluşturduğu mahallelerin de mahremiyetinden söz edilebilmektedir. Böyle bir mahremiyet ortamında iç mekânda daha az mahremiyet ortamı mevcutken, dış mekânda daha sıkı bir mahremiyet duvarı örülmektedir. On sekizinci yüzyılda bu durum değişmeye başladı. Bu dönemde artık evlerde bağımsız tuvalet ve banyo görülür ve apartmanlaşmaya doğru ilk adımlar atıldı. Fakat bu dönemde kat kullanımlarının nasıl olduğuna yönelik elde yeterli bilgi ve belge yoktur. Zaman içerisinde bu durum daha çok oda barındıran evlerin inşa edilmesi sürecine doğru evrilmektedir. Bu ise mekânın konut ölçeğinde işlevsel ayrışmaya yöneldiğini göstermektedir. Sayılan sebeplerden dolayı on altıncı ile on sekizinci yüzyıl arasındaki mahremiyet algısının idealize edilmemesinde fayda görülmektedir. Kısaca günümüzde sağlanan çok odalı mahremiyet ortamının önceki dönemlerde olmadığı gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Bu yüzden günümüzde kullanılan mahremiyet kavramının modernliğin parametreleriyle ortaya çıkan bir durum olduğunu anlamamız gerekmektedir.

Alim Arlı konuşmasında kentsel dönüşüm ile ilgili sürecin neden yeterince tartışılmadığı ya da neden istenilen düzeye çıkamadığı, farklı dini, etnik grupların süreçteki konumları ve etkileri üzerinde durdu.

Kapalı siteler gerçekte bir mahremiyet talebi midir, sorusunu inceleyen Arlı, aslında durumun sadece bir özel hayat durumu olmadığını, olayın küresel ölçekte ele alınması gerektiğini ileri sürmektedir. Küreselleşme ve sermaye birikimi ile birlikte servet çok sınırlı kişilerin elinde büyük oranlarda birikmeye başlayınca bu kişiler kendilerini toplumdan ayırmak isterler. 1950’den sonra devletin konut alanına doğrudan müdahil olmaması ile bugün fazla müdahil hale gelmesi birbiriyle doğrudan ilgili konular olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan modernlik krizlerinin farklı ayaklarını bugün bir arada yaşamaktadır. Ekonomik daralmaların olduğu dönemlerde inşaat sektörü piyasayı hareketlendirerek istihdam alanı açmakta ve ekonomik bir rahatlamayı sağlamaktadır. Bu durumun bir tür serap etkisi oluşturduğu ise yeterince fark edilememektedir.

İstanbul ölçeğinde incelendiğinde ise durum daha farklı değildir. Şehrin gelişme temayüllerini büyük inşaat firmaları belirlemektedir. Bu durum ise şehirde yaşayan insanların şehir ile ilgili alınan kararlara doğrudan müdahil olmadığı süreçleri doğurmakta ve katılımcığı engellemektedir. Mevcut inşaat sistemi ve konut yapım yöntemlerinde kullanıcıların yeterince söz sahibi olmadıklarını belirten Arlı, insanların bu sürece daha fazla katılmaları gerektiğini belirtti. Kapalı siteler insanlar arasındaki gelir farkındaki büyüklüğe bağlı olarak o sitelerde yaşayan insanların güvenlik algısı ile gerçekleşen bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Gelir farkı açıldıkça insanlar kendilerini daha güvenli hissettikleri alana doğru çekmektedirler.

Tuna Kuyucuyaptığı sunumda 1980’den bugüne kadar geçen sürede Türkiye’nin yaşadığı dönüşümü/değişimi, TOKİ’nin gerçekleştirdiği uygulamalar üzerinden piyasanın nasıl şekillendirildiğini ve kentsel dönüşüm projelerinin şehirde oluşturduğu etkiyi incelemektedir.

1980-2001 döneminde Türkiye hızlı bir liberalleşme süreci yaşar ve bu süreçte İstanbul başta olmak üzere çok büyük projeler hayata geçirilir. Kuyucu, tam olarak bir kapitalist sistemin ülkede hâkim olmasının önünde engel olarak gecekonduların mevcudiyetini, kent-içi formel yoksulluk alanlarının olmasını ve kamu mülkiyetindeki taşınmazların fazlalığını sıralamaktadır. Bu dönemde kurulan TOKİ, dönüşüm projelerini gerçekleştirmede ve konut arzı sağlamada istenilen başarıyı sağlayamamıştır.

2001 krizi sonrasında gerçekleşen dönüşüm ise çok daha büyük ve farklıdır. Binyılın başında gerçekleşen kriz Türkiye’de yeniden yapılanmanın önünü açan bir anahtardır. Öncelikli olarak TOKİ’nin yapısında gerçekleşen dönüşüm ile birlikte müdahale alanı genişletilmiş ve müdahale araçları artırılmıştır. Kapatılan Emlak Bankasının ve Toplu Konut Fonunun araçları TOKİ bünyesine katılır ve kurum doğrudan başbakanlığa bağlanarak idari yapılanmasında bürokratik süreçler asgari düzeye çekilmeye çalışılır. Bankacılık sektörü yeniden düzenlenir ve daha sağlam temellere oturtulur. Yerel yönetimlerin hareket alanı genişletilmiş ve büyükşehir yasasında yapılan değişiklik ile birlikte idari sınırlar değiştirilmiştir. Yapılan bu dönüşümler her ne kadar neoliberal politikaların bir uzantısı gibi görünse de artık yeni bir kavramsallaştırmayı gerektirmektedir. Fakat güçlü hükümetlerin olduğu ve hızlı kalkınmanın amaçlandığı her ülke ve dönemde bu şekilde yapılmış dönüşümler görülmektedir. Bu sebeple şu an yaşanan gerçekliklerin ne İslami bir dönüşümle ne de Müslümanlıkla bir ilgisi vardır.

İstanbul’daki 1990-2010 yılları arasındaki mekânsal dönüşümü istatistikî programlar ve matematiksel modeller ile görselleştirerek anlatan Murat Güvenç, aslında İstanbul’da düşünce olarak ayrışmış mekânların varlığına dikkat çeker.

Ulus-devletler ile birlikte oluşan hukuk sisteminde mekânsal ayrışma yoktur ve hukuki bir durum ülkenin bütün birimlerinde ortak uygulanır. Farklı mekânsal oluşumlara sahip ülke bütününde aynı kararları uygulamak çelişik bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Hukuk mekânsal olarak düşünülmeye başladığında farklı alanlarda çok değişik gerilimler ortaya çıkmaktadır. Bu noktada özellikle adalet, eşitlik, hakkaniyet gibi sübjektif kavramlar da sürecin içine dahil edildiğinde hayli zor bir süreç oluşmaktadır. Adil bir kamu hizmeti, o bölgede yaşayan en gayr-i müsait insanın ulaşabileceği seviyede sunulan hizmettir. Yer seçiminde mekânsal dağılımın kuramsallaştırılması süreciyse böyle bir adalet arayışı yerine etkin olma durumu ele alınarak işlenmektedir. Bu çerçevede kurulmuş kuramların başlangıcı ise on dokuzuncu yüzyıla kadar gitmektedir.

Mekânın tanımı ise çok farklı olarak yapılabilmektedir. Mekân, her ne ise mekânsal oto-korolasyon denilen şeyin türünden yapılmıştır. Oto-korolasyon ise bir mekânın ona komşu birimler üzerindeki etkisi şeklinde açıklanmaktadır. Bu sebeple mekân sadece üzerinde nesnelerin yer aldığı şeyler değildir. Aynı zamanda nesnelerin kendi aralarındaki ilişkilerin de şekillendirdiği bir şeydir. Mekânsal oluşumları inceleyen yapısalcı tarihçiler mekânı onun üzerinden işlerken, yerel özgünlüklere ağırlık verenler ise durumu yapısalcılar gibi el almayıp şehrin oto-biyografilerini yazmışlar ve mekân oluşumlarını bir birinden bağımsız olaylar olarak ele almışlardır.

Mekânsal örüntüler aslında tarihi süreçte kendilerini yeniden oluşturmaktadır. Bu durum Türkiye’nin eğitim, göç, iş gücü ve seçim sonuçları gibi alanları incelendiğinde ortaya çıkmaktadır. Kısaca mekân kendisini yeniden üretmektedir.

Emrah Altınokdoktora çalışması ile ilgili olarak David Harvey’in iki kuramı üzerinden gelişmiş ülkelerde geliştirilen kuramların diğer ülkelerde nasıl göründüğünü test etmek amacıyla, İstanbul’daki TOKİ uygulamalarını ve bu uygulamalarının oluşum aşamalarını işlediği sunumunda, TOKİ’nin sahip olduğu araçları nasıl kullandığını anlattı.

Anglo-Sakson bir ontolojiye dayanan kentsel ekonomi-politikler mevcut durumu açıklarken büyük imkânlar sunmaktadır. Bu politikalar, öncelikle makro-ekonomik dönüşümleri ve politik dönüşümleri gerçekleştirmekte ve kentsel mekânlar bu dönüşümlerin izlendiği mekânlar olmaktadır.

Türkiye 2000 sonrasında özgün bir süreç yaşamıştır ve bu yaşanan süreçte öncelikle devletin rolü ve yapısı yeniden tanımlanmış, sermaye değişmiş ve bu değişim bir mantık üzerine oturtulmuş ve sonuncu olarak toplumsal bir değişim süreci gerçekleşmiştir. Bu değişim süreçleri kapitalizmde aşırı sermaye birikimi sonucu ortaya çıkmaktadır. Oluşan krizlerde ise sermaye sahipleri kurtuluşu, kent mekânın yeniden organizasyonunda aramaktadırlar. Sermaye sahipleri sermayelerini toprağa sabitleyerek krizden çıkmaktadır; fakat bu da riski içerisinde barındırmaktadır. Çünkü yatırımlar banka kredileri ile yapılmakta ve oluşan bu kredi balonu bir gün patlayarak yeni krizleri doğurmaktadır.

2000 sonrası süreçte İstanbul’da yaşanan değişim süreci de benzer özellikler taşımaktadır. Özellikle şehrin çeperlerinde gerçekleşen büyük yatırımlar ve emlak piyasasının gelişmesi aşırı sermaye birikiminin ve kriz sonrası oluşan pazarın mekâna yansımasının bir göstergesidir. Sermaye kendi sahip olduğu fonlar içerisinde kriz yaşamaktadır ve kendi dışından fonlar ile desteklendiğinde örneğin kamu kaynakları gibi, ferahlamakta ve krizi aşmaktadır. TOKİ ve hazine arazilerinin büyük sermaye sahiplerine ve GYO’lara transferi de bunu açıklamaktadır.

Köksal Alver, “Siteleşme-Sterilleşme: Mekân ve Yaşam Tarzları” isimli konuşmasında kapalı siteler konusunu ev ve onun algısı üzerinden işledi. Ev, tarih boyunca işlenen bir konu olmuş ve her dönemde farklı şekillerde inşa edilirken değişik anlamlar da yüklenmiştir. Bu süreçte insanın en yakın ve gizli tanıklarından birisi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple ev içinde yaşayanların değerlerini yansıtan, bir noktada onların kimliği olan bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Şehir, bünyesinde barındırdığı farklılıklar sebebiyle o şehrin yöneticisine ya da bürokratlarına bırakılamayacak kadar önemli bir mekândır. Şehir, içinde yaşayanların bir bütün olarak oluşturdukları bir alandır ve bu alan bütünlüğüyle bir anlam ifade etmektedir. Bu noktadan hareketle güvenlikli sitelerin bir şehrin değeri olup olmadığı, kullandığı şehre borcunu ödeyip ödemediği sorularının cevaplanması gerekmektedir.

Katılımcıların soruları ile devam eden programda farklı görüşler, yorumlar ve katkılar yapıldı.

EDİTÖRDEN

2024 Güz Programı

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.