- ANA SAYFA
- YAYINLAR
- BÜLTEN ARŞİV
- SAYI 67 YIL: 2008
- Hegel’in Din Felsefesi
Hegel’in Din Felsefesi
Tacettin Ertuğrul
3 Mayıs 2008
Değerlendirme: Erdal Yılmaz
MAM tarafından tertip edilen Tezgâhtakiler toplantı serisinin Mayıs ayı konuğu Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü doktora öğrencisi Tacettin Ertuğrul’du. Ertuğrul, aynı üniversitede hazırladığı “Hegel’in Din Felsefesi” başlıklı yüksek lisans tezini dinleyicilerle paylaştı.
Ertuğrul, din ve felsefe ilişkisinin modern felsefe tarihinin önemli problemlerden biri olduğunu belirtti. Hegel’in de gençlik döneminden itibaren Tanrı hakkındaki bilgimiz, dinler tarihi ve din-devlet ilişkileri üzerinde yoğun olarak durduğunu ve bu meselelerin Hegel’in sisteminde önemli bir yer işgal ettiğini ifade ederek sözlerine başladı.
Kant’ın kritiklerinden sonra “Tanrı’yı bilmek”ten bahsetmenin pek makul karşılanmadığını; imanın, duygu alanına, özel sferin sınırları içine hapsedildiğini ve bilginin yalnızca fenomenal alanla sınırlandırıldığını belirten Ertuğrul, bu durumu özetlemek için Hegel’in Din Felsefesi Dersleri’ndeki şu ifadelere atıf yaptı: “Bilimlerin genişlemesi neredeyse sınırsız bir hal aldı… Tüm bilimlerin bir Tanrı bilimi olduğu bir zaman vardı, çağımızın ayırıcı özelliği ise Tanrı’ya ilişkin hiçbir bilgiye sahip olmaksızın her şeyin bilgisine sahip olmaktır.” Hegel, çağının bilgeliğinin Tanrı’yı bilincimizden uzakta duran sonsuz bir hayalete ve buna paralel olarak insan bilincini de sonlu bir hayalete çevirdiğini vurgular. Ancak Hegel’e göre dinin buyruğu açıktır: “Tanrı’yı biliniz… İsa şöyle diyor: Göksel babanız gibi mükemmel olunuz.”
Ertuğrul, Hegel’in Tanrı’ya ilişkin bilgimizi, duygu (Gefühl), temsil (Vorstellung) ve düşünme (Denken) formlarından hareketle açıkladığını ifade etti. Duygu formu altında dile getirdiklerini şu şekilde özetledi: “Hegel’e göre duygu formel bir karakter taşır; yani çok çeşitli ve karşıt içeriklere sahip olabilir. Bir başka ifadeyle, duygunun içeriği en yüce varlık olabileceği gibi en düşük varlık da olabilir. Dolayısıyla Tanrı bizim duygumuzdaysa, en düşük şey üzerinde hiçbir üstünlüğe sahip değildir. Ayrıca gerçek bir şeyin duygusunu taşıyabileceğim gibi tümüyle hayalî bir şeyin duygusunu da taşıyabilirim. Duygu içeriğinin varoluşu onun duygusunun varoluşuna bağlı değildir. Dolayısıyla ‘Tanrı’yı hissediyorum’ diye ‘Tanrı varolmak’ zorunda değildir. Böylece duygu içerik itibariyle daima muhtemel (contingent) bir karakter taşır, onun içeriği arzuma ve keyfi irademe göre varoluş bulabilir. Onun içeriği bizatihi kavramın kendisiyle birlikte verilmiş değil, dolayısıyla duygu içeriği şu ya da bu olması karşısında kayıtsızdır. Duygunun içeriğinin bu şekilde muhtemel olmasını Hegel olumsuz anlamda sübjektivite olarak adlandırır. Bu durumda insan ve hayvan arasında duygu ortak bir yetidir ve Tanrı yalnızca duygunun bu muhtemelliğine kalırsa, diğer duygu içeriklerinden hiçbir üstünlüğü olmaz. Onun evrenselliği ve mutlaklığı yaralanmış olur. Böylece Tanrı’yla yalnızca kelimenin kötü anlamında sübjektif bir ilişkiye girmiş oluruz.”
Ertuğrul, Hegel’in Tanrı’ya dair bilgimizin temsil formu altındaki yaklaşımını da “Hegel, kendisi bir temsil formu olan dinin, metaforlar, analojiler, imajlar taşıdığını söyler. Tanrı’nın bir oğlu olduğunu söylediğimiz zaman bunun yalnız bir imaj olduğunu bildiğimizi ve burada benzer bir ilişkinin söz konusu olmadığını, başka bir ilişkinin resmedildiğini bilmekteyiz der. Hegel’e göre din, analojilerin ve imajların alanı iken, felsefenin görevi onların gerçek içeriklerini ortaya çıkarmaktır. Yine Hegel’e göre Eski Ahit’teki bilgi ağacı tarihsel olarak varolmuş gerçek bir ağaç değildir ve onun meyvesi de gerçek bir meyve değildir” sözleriyle dile getirdi.
Hegel’e göre dinin, mutlak hakikatin bilinci olduğunu, bu anlamda felsefenin de dinle aynı olduğunu söyleyen Ertuğrul, dinin temsiller yoluyla dile getirdiği hakikati, içerik aynı kalmak koşuluyla felsefenin kavramla ifade ettiğini belirtti. Böylece Hegel’in metafiziği ya da onto-teolojisi dini, temsilî ve mecazî karakterinden sıyırıp onun dile getirdiği hakikati açığa vurmaya çalışır.
Tanrı’ya dair bilgimizin Hegel tarafından düşünme (Denken) formu altında nasıl ele alındığını ise Ertuğrul şu ifadelerle dile getirdi: “Hegel’e göre yalnız insanın bir dini vardır. Bu Tanrı’nın yalnızca ‘düşünme’ için olduğunu gösterir; zira insanı hayvandan ayıran özellik budur. Dinin düşünmeden bağımsız ve ona yabancı olduğunu söylemek Hegel’e göre bir gevezelikten öte bir şey değildir. Düşünme olmaksızın insan dine yetenekli olamayacağı gibi etik yaşama ve hukuka da yetenekli olamayacaktır; zira bunlar yalnızca ‘özgürlük’le mümkündür ve ‘kendini özgür bir şey olarak bilmeye’ bağlıdır. Ona göre dinin temel belirlenimini düşünme oluşturur. Dinsel duygu aşılması gereken bir momenttir. İnsan bilinçli varlık olmasıyla hayvandan ayrıldığı için duyusal varlığını aşmalı ve kendisinin bilgisine sahip olmalıdır.”
Ertuğrul, sunumunun devam eden bölümünde Hegel’in tarihsel dinlere nasıl baktığını şu şekilde dile getirdi: Geist’ın kendisini farklı temsiller ile açımladığı diyalektik devinim içinde, tarihsel dinler, din kavramının farklı momentlerini oluşturur. Hegel felsefesinde din kavramının tamamlanışı, Hıristiyanlıkla gerçekleşecektir. Söz konusu tarihsel dinlerin belirlenmiş dinler olma karakterine karşın tamamlanmış din olarak Hıristiyanlık mutlak din şekilde adlandırılacaktır. Dinin ilk formu henüz dinin düşünceye yükselmediği dolayımsızlık formudur. Hegel dinin bu ilk dolayımsızlık formunu doğal din olarak adlandırır. Doğal dinin temel belirlenimi “bilincin onda henüz hiçbir bölünmeye uğramamış olarak durduğu doğal bilinç” düzeyinde kalmasıdır. Dinin bu ilk formu bölünme açısından da en eksik formu oluşturur. Geist ve doğanın bir olduğu bu dinde cennetten kovulma anlatısında ifadesini bulan ve diyalektik devinimi başlatan bölünme henüz gerçekleşmemiştir. Bu masumiyet durumudur. Yahudiliğe gelince, Hegel’e göre onun temel belirlenimleri soyut Tanrı ve yasa karakterine sahip olmasıdır. Soyut Tanrı’nın karakteristiği tamamen Bir olmasıdır. Dinin Yahudilik momentinde doğanın artık yaratılmış bir şey düzeyine indiğini ve Tanrının ilk konumu işgal eder hale geldiği görülür. Tanrı tüm doğanın yaratıcısı ve efendisi olarak karşımıza çıkar. Hegel söz konusu Bir’in, yani Yahudi Tanrısının yalnızca Yahudi halkının, İbrahim’in ve onun soyundan gelenlerin Tanrısı olması sebebiyle dışlayıcı bir birlik karşısında bulunduğumuzu söyler.
Ertuğrul’a göre, Hegel dini genel olarak Tanrı bilinci şeklinde tanımlamıştır. Dinde bilincin konusu Tanrı’ydı. ilk kez mutlak dindedir ki sonlu Geist ile sonsuz Geist özdeş hale gelmiştir, cennetten kovulma hikayesinde mecazi anlamda dile getirilen Geist’ın bölünüşü, mutlak dinde ortadan kaldırılmıştır. Artık bilinç söz konusu ayrımın ve onun ortadan kaldırılışının bilincinde olan bilinç haline gelmiştir ve bu mutlak özdeşliğin bilinci dindir, böylece din kavramının tamamlanışı “Mutlak Din” adını alır. Bu itibarla gerçek din, Mutlak Din’dir. Yani Tamamlanmış din kavramı Hegel için Hıristiyanlıkta karşılığını bulmaktadır.
Ertuğrul, sunumunun son kısmında “Mutlak din” başlığı altında “Hıristiyanlık”ve “Hıristiyan Dininin Devletle İlişkisi” meselelerini tartıştı. Hıristiyanlığa dair olan kısmını şu ifadelerle özetledi: “Hegel Hıristiyanlıkta ‘din’ kavramının tamamlanışını, sonlu ve sonsuz veçheler arasındaki yeniden-biraraya-gelişin (réconciliation) gerçekleştiğini görür. İsa hem sonsuzdan hem de sonludan mürekkep bir figür olarak, Geist’ın bölünmüşlüğünün evrensel tarih içindeki uçurumsal karakterini, iki veçhenin aşılmaz ve uzlaşmaz bir karşıtlık içinde bulunduğu yapıyı yerle bir eder. Tanrı-İnsan olarak İsa bedenli varlığı ile duyusal tekil belirlenimi içindeki sonluluğa, onu sonsuzluğa açarak değerini verir. Hegel Hıristiyanlık için açımlanmış/vahyedilmiş din (religion révélée) ifadesini kullanacaktır, zira Hıristiyanlıkta Tanrı’nın tümüyle açımlanmış olduğunu düşünür. Bu açımlanış bölünmenin iki veçhesinin yeniden-biraya-gelişini ifade eder.”
Ertuğrul, Hegel’in Hıristiyan Dininin Devletle İlişkisi’ne nasıl yaklaştığını ise şöyle özetledi: “Hegel bir toplumun dini ve devlet yapısı arasında çok sıkı bir ilişki bulunduğunu, toplumun dini yanlış ise, devlet yapısının da yanlış olacağını düşünüyordu. Dinin devlete dışsal bir biçimde eklemlendiği düşüncesine şiddetle karşı çıkmış, dinin dışarıdan gelen bir şey olmadığını, aksine bir halkın tüm varoluşunun dine dayandığını dile getirmiştir. Dinin bireyler, halklar, devletler açısından yararları olduğu doğrudur. Ancak dinin değeri ve gerekliliği, sağladığı faydada aranmamalıdır. Faydası ölçüsünde gerekli olduğu düşünülecek olursa, din ikincil bir şey haline getirilmiş ve faydalı şeyler arasındaki muhtemel bir şey düzeyine indirgenmiş olacaktır. Oysa din bir araç değildir. Öte yandan dünyadaki varoluşun geçici olduğunu ve devletin de bu varoluş alanında yer aldığını söyler. Onun gelip geçici karakteri, rölatif ve meşru kılınması gereken dünyasallığı, onun ancak mutlak bir biçimde meşru olan bir ilkeye sahip olması itibariyle meşruiyet kazanabilir. İşte devlete meşruiyetini verecek olan şey, Hegel nazarında ancak ve ancak onun kendisini Tanrısal özün gerçekliği olarak ortaya koymasıyla sağlanabilecektir.”
Hegel, her belirli devletin belirli bir dinden çıktığını, devletlerin köklerini dinde bulduğunu ve din yapısı ile devlet yapısı arasında organik bir ilişkinin bulunduğunu ifade eder. Böylece, din-devlet arasında kurduğu ilişkiden hareketle, Atina ve Roma devletlerinin yalnızca bu halklara özgü paganik koşullar içinde var olduğunu ve Katolik devletin de Protestan devletten başka bir ruhu olduğunu vurgular.
Ertuğrul, ufuk açıcı sunumunu soru-cevap kısmında katılımcılardan gelen soruları tartışarak nihayete erdirdi.
2024 Güz Programı
Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.
DETAYLI BİLGİ