- ANA SAYFA
- YAYINLAR
- BÜLTEN ARŞİV
- SAYI 67 YIL: 2008
- XVIII. Yüzyıl Osmanlı Düşüncesinde Bunalım ve Arayış-III Tasavvuf
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Düşüncesinde Bunalım ve Arayış-III Tasavvuf
Halil İbrahim Şimşek
14 Haziran 2008
Değerlendirme: Osman Sacid Arı
Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin “XVIII. Yüzyıl Osmanlı Düşüncesinde Bunalım ve Arayış” başlıklı toplantılar serisinin tasavvufla ilgili bölümü, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Halil İbrahim Şimşek’in katılımıyla gerçekleştirildi. Çalışmalarını Nakşibendiyye tarikatının bir kolu olan Müceddidîlik hareketinin Osmanlı’daki yansımaları ve Osmanlı’da yaşamış Müceddidîler üzerine yoğunlaştıran Şimşek’in sunumu, XVIII. yüzyılda tasavvufî çevrelerde tartışılan meseleler üzerineydi.
Konuşmasının başında Osmanlı’nın XVIII. yüzyıl düşünce tarihine dair henüz yeterince çalışma bulunmadığının altını çizen Şimşek, XVII. yüzyılda Osmanlı’daki tasavvuf çevrelerinde başlayan tartışmaların, toplumda Avrupa etkilerinin daha bariz olarak görülmeye başlandığı XVIII. yüzyılda da devam ettiğini belirtti. XVIII. yüzyıla tasavvuf açısından bakıldığında XVII. yüzyılda başlayan medrese kanadını temsil eden Kadızâdeliler ile tasavvuf çevrelerini temsil eden Sivâsîler arasındaki tartışmaların sonuç bölümleri ile karşılaşılır. XVII. yüzyılda Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasında tartışma konusu olan meseleler, taraflar artık bu isimlerle anılmasa da, XVIII. yüzyılda da tartışılmaya devam etmiş, hatta bu meselelere yeni tartışma konuları eklenmiştir. Bunun yanı sıra tasavvuf açısından bu yüzyıldaki bir diğer önemli olay, XVII. yüzyılda Hindistan civarında vahdet-i vücûd düşüncesine karşı, ona bir alternatif olarak ortaya çıkan vahdet-i şuhûd düşüncesinin Osmanlı toplumunda yankı bulmaya başlamasıdır.
XVI. yüzyılın sonlarında Hindistan’da yaşayan Ekber Şah, din-i İlâhî ismiyle yeni bir eklektik din anlayışı geliştirme gayretlerine girişmiş ve bu yeni din anlayışında tasavvufî düşüncede yer alan, İbnü’l-Arabî’nin sistemleştirdiği, vahdet-i vücûd düşüncesini kullanmak istemiştir. Bu dönemde aynı coğrafyada yaşayan Nakşibendiyye tarikatına mensup Şeyh İmam Rabbânî, Ekber Şah’ın bu girişimine ve bu girişimin bölgede yaşayan Müslüman halkın inançları üzerinde yapabileceği olumsuz etkilere karşı, vahdet-i vücûd düşüncesini eleştirerek vahdet-i şuhûd fikrini ortaya koymuştur. Burada dikkat çekici bir husus, İmam Rabbânî’nin vahdet-i vücûd düşüncesinden dolayı İbnü’l-Arabî’yi ‘küfür’le değil, ‘hata’ ile itham etmesidir.
İmam Rabbânî’nin başlattığı Müceddidîlik hareketi Anadolu coğrafyasına ilk olarak XVII. yüzyılın sonlarında Murad Buhârî vasıtasıyla gelmiştir. Müceddidîliğin Anadolu coğrafyasında yayılmasını sağlayan ikinci önemli kişi ise Mekke’de ikamet eden ve Mehmet Emin Tokâdî gibi bazı halifelerini Anadolu’ya gönderen Ahmed Cüryânî’dir.
Hint bölgesindeki Müceddidîlerin aksine, Anadolu’daki Müceddidîler arasında vahdet-i vücûd düşüncesinin yaygın olduğunu ifade eden Şimşek, Müceddidîliğin Anadolu’ya gelmesini sağlayan şahısların eserlerinde hem İmam Rabbânî’nin, hem de İbnü’l-Arabî’nin görüşlerine yer verdiklerine dikkat çekti. XVIII. yüzyılın ilk yarısında Müceddidîlik Anadolu topraklarına ulaştıktan sonra diğer Nakşîler de vahdet-i şuhûd ve vahdet-i vücûd meselesini sorgulamaya başladılar ve sonunda XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren vahdet-i vücûd görüşü diğer Nakşî gruplar arasında da karşı çıkılmayan ve hatta savunulan bir görüş haline geldi. Fakat XIX. yüzyılda Hâlidîlik ile beraber tekrar vahdet-i şuhûd düşüncesi Nakşibendîler arasında revaç bulmuştur.
Halil İbrahim Şimşek, XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Nakşîlerin vahdet-i vücûd düşüncesine doğru kaymasının sebepleri hakkında gelen soru üzerine verdiği cevapta, buradaki değişimde siyasî ya da sosyal sebeplerden çok tasavvufî sebeplerin ağır bastığını ifade etti. Şimşek, XVIII. yüzyılın başında Kadızâde-Sivâsî çatışmaları henüz taze olması sebebiyle, genel olarak sûfîler ve özel olarak da Nakşîlerin belirli bir tarafta yer almak istememiş olabileceklerini, ancak XVIII. yüzyılın ikinci yarısında artık bu endişelerin ortadan kalkmasıyla sûfîlerin görüşlerini daha rahat bir şekilde ortaya koyabilecekleri bir ortamın oluştuğunu söyledi.
Şimşek’in konuşmasının sona ermesinin ardından konuyla ilgili bazı kanaatlerini dile getiren İ.Ü. İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Reşat Öngören, İmam Rabbânî öncesi ve muasırı birçok Nakşînin vahdet-i vücûd görüşünü savunduğunu, İmam Rabbânî’nin ise siyasî ve dinî endişelerle Ekber Şah’ın vahdet-i vücûd düşüncesini kendi görüşlerine eklemlemesini engellemek üzere, vahdet-i şuhûd görüşünü ortaya koyduğunu belirtti. Bunun önemli bir delili, onun takipçilerinin Anadolu’ya geldiklerinde bu görüşü devam ettirmeyip vahdet-i vücûd fikrine dönmeleridir. Anadolu’daki Nakşîlerin XVIII. yüzyılla beraber tekrar vahdet-i vücûda karşı çıkması da, bu dönemde Batı etkisinin günlük yaşamın yanı sıra dinî yaşamda da kendini gösterdiği ve Nakşîlerin İmam Rabbânî’nin Ekber Şah’a karşı taşıdığı endişelere benzer bir şekilde, vahdet-i vücûda bir tepki göstermeye başladığı şeklinde değerlendirilebilir. Öngören, buradan hareketle vahdet-i şuhûd anlayışının, vahdet-i vücûd düşüncesine karşı tasavvuf temelli bir karşı çıkış değil de, dönemin siyasî-dinî ortamına karşı bir tedbir olarak anlaşılmasının mümkün ve makul olabileceğini belirtti.
2024 Güz Programı
Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.
DETAYLI BİLGİ