- ANA SAYFA
- YAYINLAR
- BÜLTEN ARŞİV
- SAYI 69 YIL: 2009
- Türkiye’de Antropoloji: Otobiyografik Bir Anlatı
Türkiye’de Antropoloji: Otobiyografik Bir Anlatı
Tayfun Atay
17 Ocak 2009
Değerlendirme: Osman Safa Bursalı
Türkiye’de antropoloji çalışmalarının serencamını, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Halkbilim Bölümü Etnoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Tayfun Atay’ın deneyimi üzerinden konuştuk. Akademik geçmişini özetledikten sonra kitaplaşmış çalışmalarını katılımcılara kısaca tanıtan Atay, insan denen muammayı çözmeyi hedefleyen bir bilim olarak antropolojinin alt dallarını ve sosyal/kültürel antropolojinin (etnoloji) bu ayırım içindeki yerini gösterdi. Ona göre sosyal antropoloji ötekinin bilimidir. Öteki toplumlar, gruplar, alt-gruplar birer zenginliktir; antropoloji için ötekiler “olmazsa olmaz”dır ve inceleme konusudur. Bu nedenle antropolojik alan, ötekinin kendisini güvende hissettiği, ‘biz’ diye addedilen şeyin ise rahatsız durumda olduğu bir officetir. Antropolojinin temel yöntemi ise “katılarak gözlem”dir. Araştırmacı, incelediği toplulukla/grupla duygudaşlık kurarak bir ürün ortaya koyar; bu ürünün adı etnografidir; bir topluluğun hayat bilgisini yazmaktır.
Kişisel deneyiminde Kıbrısî cemaatine yönelik incelemesi farklı bir yer tutan Atay’ın, başka hayatların varlığını ve bu hayat içindeki canlılığı fark etmesi, “biz’in rahatsız olduğu yer” şeklindeki antropoloji tanımının bir sonucudur. Atay’ın ifadesiyle, farklı hayatların birbirleri hakkındaki yanlış bilgilerinin ve yaklaşımlarının fark edilmesini sağlayan bu karşılaşma, elbette bazı adaptasyon sorunlarını da beraberinde getirir. Gerek anlayışların gerekse pratiklerin farklılığı, araştırmacıyı yeni doğmuş bir bebek durumuna koyar. Bu noktada araştırmacının inceleme konusu yaptığı toplulukla bütünleşmesi tehlikesi de doğar. Bazı antropologlar, içine girdiği topluluğun mensubu haline gelebilirler. Ancak topluluğa yabancı kalarak gözlem yapmak da doğru sonuçlar elde etmenin önünde bir engeldir; dolayısıyla terazinin iki kefesi arasında dengeyi kurmak gerekir.
Antropoloji biliminin tarihine ve özellikle doğuşuna göz atıldığında, işlerin aslında bu kadar ‘tozpembe’ olmadığı görülebilir. Zira bu bilim, belli bir yaşam projesinin kendi dışındakilere karşı izlediği ideolojik/ekonomik temelli politikanın bir hamlesidir. Hakimiyeti altındaki toplulukların kültürlerini bilmek, kaynaklarını daha rahat kullanmak ve onları ‘acıtmadan’ daha iyi kontrol etmek/yönetmek düşüncesinin gölgesinde doğan antropoloji, sömürgeciliğin bir çocuğudur. En azından doğuşu itibariyle, kendine ‘ben’/‘biz’ deyip, kendi dışındaki toplulukları (ötekileri) inceleme konusu yapar. Burada diğer bilimlerin hatta başlı başına ‘bilim’in de ideolojik/politik bağlantılara sahip olduğunu unutmamak gerekir. Bu açıdan hiçbir bilim diğerinden daha masum değildir.
Türkiye’de kültürel antropoloji ve bilhassa din antropolojisi alanında araştırma yapmanın akademik çevrelerdeki negatif algısına değinen Atay, İngiltere’deki Şeyh Nazım Kıbrısî cemaati incelemesinin bıraktığı yankıyı örnek verdi. Araştırmacının seküler bir hayattan gelerek dinî bir hayatı çalışması, ama o cemaat hakkında yerici veya yargılayıcı bir üslûp takınmaması, cemaatin sözcüsü veya övücüsü olarak yaftalanmasına yeterlidir. Sadece yaftalanmakla kalmayıp bazı politik ve akademik sıkıntılara maruz kalma ihtimali de vardır. Atay, kendi tecrübesinden -antropolojik yaklaşımıyla da paralel nitelikte- bazı sonuçlar çıkarmıştır. Buna göre Türkiye’nin ‘ben’ine/‘biz’ine ait iki bileşen vardır: görünür biçimdeki bileşen Türklük, örtük biçimdeki bileşen Sünnîlik’tir. Bu iki unsur dikkate alındığında ötekinin bilimi olarak antropolojinin Türkiye’deki çalışma alanları kolayca anlaşılabilir.
Daha sonra, fizikî antropoloji eğitimiyle başladığı akademik yaşamına kültürel antropolojiyle devam etmesinin kaynaklarını göstermeye çalışan Atay, 1980’lerde mütedeyyin insanların toplum içindeki görünürlüğünün artmasıyla kendisinde bazı sorular uyandığını belirtti:
Bu insanlar nereden geldi? Aydan gelmeyip bu ülkenin insanı olduklarına göre biz apartman çocuklarının dikkatini niçin daha önce çekmedi? Bu süreçte biz nereye geldik? Farklı insan tipolojileri nasıl ortaya çıktı? Ben yetişirken onlar neredeydi, onlar yetişirken ben neredeydim?
Konuşmacıya göre bu karşılaşma, kendisinde içinde nefret duygusu olmayan bir merakın gelişmesine sebep oldu. Bu süreçte, okuduğu ve çok etkilendiği Şerif Mardin’in Din ve İdeoloji adlı eseri hâkim entelektüel söylemden farklı bir dile sahipti: Din halkın -yanlış anlamıyla- afyonu değildir, insanı uyuşturan ve gerçeklikten uzaklaştıran bir niteliğe de sahip değildir. Bu yaygın kanının yanlışlığını gören Atay, dini, antropolojik bir gerçek olarak kabul eder ve bu yaklaşımla çalışmalarını yapmaya başlar. Esas sorusu, Kıbrısî cemaatinde görüldüğü üzere bu kadar heterojen insan topluluklarının nasıl bir arada tutulduğudur.
Atay, araştırmaları ve kişisel deneyimleri neticesinde şu sonuca ulaştığını ifade etti: Çeşitliliğin ortadan kaldırılması insanlık için tehlikeli bir durumdur; zira doğa için biyolojik çeşitlilik neyse, insan için de kültürel çeşitlilik odur.
2024 Güz Programı
Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.
DETAYLI BİLGİ