Trienal Bağlamında Türkiye’de ve Dünyada Kavramsal Sanat

Ayşe Demirkaynak Taşkent, Hülya Yazıcı Aktaş

22 Eylül 2010
De­ğer­len­dir­me:
Zeynep Gökgöz

1917 tarihinde Marcel Duchamp nalburdan satın aldığı seri üretilmiş bir pisuarı ters döndürür ve adını “çeşme” koyarak bir sergiye katılır. Kurumları, eleştiri mekanizmalarını ve izleyici beklentilerini dumura uğratır. 1960’lara damgasını vuran kavramsal sanatın düşünsel temelini oluşturduğunda hemfikir olunan bu eser “sanat”ın kendisini sorgulama amacını taşımaktadır. Ancak zamanla sanat kendini malzemeye dönüştürerek nesneleştirme yoluna gider ve anlamının sorgulanması amacından saparak anlamını yitirmeye doğru tehlikeli sulara yol alır. İlginçtir ki sanat piyasası bu eserleri de yüksek fiyatlarla alınıp satılan ticarî metalar haline dönüştürmekte ve kendine mal etmekte gecikmez.

Kavramsal sanat, işleri derdi olan sanatçıların, estetik kaideleri bir tarafa iterek, iletmek istediği mesajın önüne aracının geçmesine izin vermeden, izleyicisinden de kendi düşünsel deneyiminin aynısını yaşamasını bekleyen bir sanat türü olarak günümüzde de geçerliliğini sürdürmekte. Yalnız aykırı olmanın yegâne ölçüt kabul edildiği günümüzün pek çok sanat örneğinde estetik kıstasların artık işlememesinden kaynaklanan izleyicinin yönünü şaşırma durumu ve popüler olana itibarı, estetik algıda bir erozyona yol açmış, bu da günümüz sanatında bir kopma yaşanmasına sebep olmuştur. İhsan Kabil’in sohbetin girişinde sarf ettiği modern sanata ilişkin yakınmaları da işte bu vakıaya işaret eder nitelikteydi.
Birkaç arkadaşın 2008 yılında Bağımsız Sanat Derneği adı altında kurdukları grup tarafından gerçekleştirilen I. Uluslararası İstanbul Trienali’nin konu edildiği bu toplantımıza, etkinliğin küratörü Hülya Yazıcı Aktaş ve genel koordinatörü Ayşe Demirkaynak Taşkent konuk oldu. Serginin öncesinde, devamında ve sonrasında yaşananlar üzerinden sohbetimizi sürdürürken aslında başlığın vaat ettiği içeriğe sıranın gelmemesi durumuyla karşılaştık. Konuklarımızın yaşadıkları ve biriktirdikleri tecrübeler o kadar çoktu ki seyrin bu şekilde gitmesi için sanki aramızda gizli bir mutabakat sağladık.
“Şehrin Gizli Dili” başlığı hem şehre hem gizliliğe hem de dile yaptığı vurgusuyla sadece adıyla bile pek çok çağrışımı beraberinde getirip izleyicisinden beklediği düşündürme eylemini en başından başlatıyor. Sergide metropol hayatının her biri bir yana savrulan kıyıda köşede kalmışlarının, susturulmuşlarının, susmayı tercih edenlerinin ve susması tercih edilenlerinin iletişimsizlik, yalnızlaşma, kimliksizleşme, yabancılaşma, dilsizleşme, arada kalma hallerinin görünür kılınması amaçlanmış. “Biz de buradayız” demenin yolu aranmış. Bak-
mışlar ki içlerini dökecek çok fazla biriktirmişlikleri var, “Bu seneyi kendimize ayıralım, uluslararası olma iddiamızı gelecek trienalimize bırakalım” diye düşünmüşler.
Bu sebeple de bir duruşu olanlara ait gördükleri, halkla doğrudan buluşma imkânını sağlayacağını düşündükleri kavramsal sanata ağırlık vererek işlerini gerçekleştirmişler. Tek tek eserlerin görüntüleri üzerinden sergiyi ayağımıza getiren, bir de üzerine hikâyelerini dinleme şansına eriştiğimiz her bir işin ismi de serginin kapsamı hakkında çok şey söylüyor: Feragat, Exlibris, Sabundan Günlükler, Toplum Projesi, Kent Varoşları, Kente Dokunmak, Oyun, Delirium, İskemle, Özgür Kafe, Tükettiklerimizdir Bizden Geriye Kalan, Ara(sın)dalık, Şehir Temizleme Projesi, İkna Odası, Hayat Ağacı, Dipsiz Kuyu, Pencereler(Windows 1.0), Lütfen Ön ve Alt Yargılarınızı Çöpe Atınız, Kulaktan Kulağa, Şehir Apartmanı, Yaşam Bir An ve birçok isimsiz eser daha.
İsimlendirmeler bu işler hakkında verdikleri ipuçları ile bizlere kolaylık sağlarken bununla iktifa etmemiz gerektiğinin, daha fazla bilgilendirme ve açıklamalı alt yazıların serginin amacını aşacağının, böyle yapmanın eserin anlam dünyasını daraltacağının altı çizildi. Çünkü yapılan işler zaten konuşmaktaydı, yeter ki anlamak için niyet olsun.
Peki, kendi derdimizi kendi insanımıza anlatmanın derdinde olan böyle bir etkinlik için bize ait olmayan bir sanat dilini kullanmanın meşruluğunu kendi içlerinde sorgulamışlar mıydı? Bilginin kümülatif olduğunu, alma ve geliştirme hakkına sahip olduklarını, en uygun düşen dilin burada bu olacağını öngördükleri için kullanmakta bir beis görmediklerini dile getirdiler. Konuşmacılar, yaşadıkları tecrübenin onlara çok şey öğrettiğini, bu tecrübelerin sonrası için hem kendilerine konu olarak döneceğinin hem de ilerisi için daha temkinle adım atmalarına vesile olduğunun altını çizdiler. Israrla kendini anlatma, karşındakini anlama üzerine kurdukları söylemlerine rağmen yaşadıkları tatsızlıkları zarar değil kâr hanelerine yazmış görünüyorlar. Çünkü biliyorlar, değil mi ki: “O onları tanıdı ama onlar onu tanı(ya)madı.”

EDİTÖRDEN

2024 Güz Programı

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.