- ANA SAYFA
- YAYINLAR
- NOTLAR ARŞİV
- 5 - Tanzimat Çağında Osmanlı Hukuku
- Tanzimat Çağında Osmanlı Hukuku
Tanzimat Çağında Osmanlı Hukuku
Tanzimat Çağında Osmanlı Hukuku, 2007, 48 s.
BSV Notlar Serisinin beşincisi Türkiye Araştırmaları Merkezi tarafından "Tanzimat Çağında Osmanlı Hukuku" başlığı ile yayınlandı.
Her alanda olduğu gibi hukukî ve iktisadî sahada da Tanzimat’la birlikte Osmanlı Devleti’nde yeni düzenlemeler ve uygulamalar baş göstermiştir. Bilim ve Sanat Vakfı Türkiye Araştırmaları Merkezi olarak, Osmanlı’da özel mülkiyet, hukukî meşruiyet, Arazi kanunnamesi vb. konular etrafında Osmanlı hukuk sistemini ve bu sistemin belirlediği iktisadî dönüşüm ve modern devlet yapılarının ortaya çıkış sürecini konuğumuz olan değerli akademisyenlerimizle beraber tartıştık.
Tanzimat Çağında Osmanlı Hukuku teması çerçevesinde düzenlenen ilk toplantımızı Osmanlılar Örneğinde Hukuki Meşruiyet ve İktisat Politikaları başlığı altında Aralık 2004’te gerçekleştirdik. Bu toplantı, İslamoğlu’nun kendisinin derlediği Constituting Modernity: Private Property in the East and West (Islamic Mediterranean Series) isimli kitapta yer alan “Towards a Political Economy of Legal and Administrative Constitutions of Individual Property” [Bireysel Mülkiyetin Hukuki Ve İdari Temellerinin Bir Ekonomi-Politiğine Doğru] ve “Politics of Administering Property: Law and Statistics in the Nineteenth-century Ottoman Empire” [Mülkiyet Uygulamasının Politikası: Ondukuzuncu Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunda Hukuk ve İstatistik] başlıklı makalelerinden hareketle Arazi Kanunnamesi, Mecelle ve özel mülkiyet bağlamında, Osmanlı’da modern devletin nasıl oluşturulduğu üzerineydi.
Kendi akademik serüveni içerisinde çeşitli dönemlerdeki tarihyazımları ile hesaplaşan, bu hesaplaşmalar sonucunda mukayeseli modernite tarihinin kategorilerine ulaşan İslamoğlu, eğitimine Chicago Üniversitesinde İktisat okuyarak başlamış ve bu üniversitede İslam tarihçisi Marshall Hodgson ile karşılaşması kendisi için bir dönüm noktası olmuştur. Klasik Oryantalist tarihyazımının ileri sürdüğü Doğu toplumlarının durağanlığı fikrinden duyduğu rahatsızlıkla, Hodgson’un aydınlattığı şekilde yeni arayışlara girdiğini söyleyen İslamoğlu, ancak alternatif olarak ortaya çıkan Bağımlılık ve Dünya Sistemi teorilerinde de genelde Batı-dışı toplumların, özelde ise Osmanlı toplumunun iç dinamiklerinin ihmal edilerek, az gelişmişlik olgusunun o toplumların kaçınılmaz kaderi olarak görülmesinin, kendisini tatmin edici bir bakış açısına götürmediğini savunmaktadır. İslamoğlu’na göre, Osmanlı ile dünyadaki bütün diğer toplumların yaşadığı ortak gelişmeleri gözden kaçırmamak gerekirken, Osmanlı’nın asıl dinamiğini dünya ile olan ticaretten ziyade imparatorluk-içi ticaret temelli dinamikler oluşturur.
İslamoğlu, 1980’leri devlet (siyaset) meselesinin tekrar gündeme gelmesi ve mukayeseli bir tarih yazımının mümkün olmasıyla, 1990’ları ise özgün düşünme zamanı ve yeni kategori üretme ihtiyacının ortaya çıkmasıyla tasvir etmektedir. Bu çerçevede karşılaştırmalı tarihin yeni unsurlarını hukuk, piyasa ve siyaset olarak açıklayan İslamoğlu, bu üç alanda ortaya çıkan kurumlar ve düzenlemelerle toplumsal gerçekliğin kurgulandığını belirtmektedir. Bu kurgulamada güç dengelerinin etkileşim ve uzlaşma içerisine girdiği ortamı da devlet olarak resmederken, hegemonyayı sosyal gerçekliği düzenleyebilme yeteneği olarak açıklamaktadır.
Bu bağlamda, Osmanlı devletinin toplumu düzenleyebilme yeteneğinin temelini, XIX. yüzyılın ortalarına kadar bölgesel ‘adalet dağıtıcı’ düzenlemelerin sağladığı meşruiyet zemini oluşturmaktadır. İslamoğlu’na göre devletin mutlak anlamda bir mülkiyet hakkı olmayıp, toprak üzerinde çoklu-hakları, adalet prensibi ve dirlik-düzenin bozulmaması ilkesi uyarınca dağıtabilmesi, devletin güç dengeleri ile uzlaşım içerisinde kalabilmesini sağlıyordu.
1858 Arazi Kanunnamesi’ni, devletin daha önce gerçekte var olmayan bir mutlak mülkiyet hakkının var olduğunu iddia etmesi olarak değerlendiren Huricihan İslamoğlu, devletin, aslında tam hakim olmadığı miri toprakları sanki tek malikiymiş gibi Arazi Kanunnamesi sayesinde satmasının, merkezi bürokrasinin diğer güç dengeleri üzerindeki egemenliğine bir işaret oluşturduğunu dikkat çeker. Nitekim, Ahmet Cevdet Paşa öncülüğünde çıkan Mecelle’nin sunduğu hukuki sistem, meşruiyet zeminini fer’i adalet dağıtıcı uzlaşımlardan, kanunların ve düzenlemelerin genelliğine kaydırmış ve merkezi bürokrasiyi de bu meşruiyet zeminin hakimi durumuna yükseltmiştir. Bu anlamda İslamoğlu’na göre Osmanlı devleti, son derece dinamik bir topluma ve on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde bu dinamikler ile oluşan modern bir devlet yapısına sahiptir.
Macit Kenanoğlu’nu misafir ettiğimiz ikinci toplantıda “Osmanlı’da Mülkiyet Tartışması veya Özel Mülkiyet” başlıklı program ile Huricihan İslamoğlu’nun bıraktığı yerden tartışmamıza devam ettik. 10 Ocak 2005tarihinde düzenlediğimiz toplantının konuğu Kenanoğlu, Osmanlı Millet Sistemi’ni konu alan ilk doktora tezinden sonra, Ankara Üniversitesi SBF’nde İlber Ortaylı’nın teşvikiyle 1858 Arazi Kanunnâmesi üzerine ikinci doktora tezini yapmıştır. Tezinde, 1858 Arazi Kanunnâmesi hakkındaki genel kanaatin aksine bu Kanunnâmenin, Osmanlı’da mîrî araziyi özel mülke dönüştürmek gibi bir amacı olmadığını savunan Kenanoğlu, Ö. L. Barkan, H. İnalcık, S. Yerasimos, Ş. Pamuk, H. İslamoğlu ve Ç. Keyder gibi tarihçilerin 1858 Arazi Kanunnâmesi’yle Osmanlıda mîrî araziden özel mülkiyete geçildiği şeklindeki yorumlarının geçerli olmadığını ileri sürmektedir. Kenanoğlu’na göre, bu tarihçilerin bir yandan “Bu Kanunnâme ile özel mülkiyetin tesisi gerçekleşti,” şeklindeki fikirleri ile diğer yandan “Bu Kanunnâme’nin uygulanmayan bir kanunnâme,” olduğunu belirtmeleri bir çelişki oluşturmaktadır.
Macit Kenanoğlu, her şeyden önce 1858 Arazi Kanunnâmesi’nin sadece mîrî arazinin yeniden reayaya dağıtımını öngördüğünü ve bunun da Osmanlı klasik arazi kanunnâmelerinden farklı bir yanı bulunmadığını belirtiyor. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren merkezî devlet kendi gücünü yeniden tesis ederek, mütegallibenin elinden alınıp kontrolü sağlanan mîrî arazinin işletilmesi için, bu toprakların tasarruf hakkını köylüye yeniden dağıtma ihtiyacı hissetmiştir. Nitekim, Kanunnâme’de yer alan hükümler uyarınca toprağın mülkiyet hakkı (rakabe) devlette kalmakla beraber tasarruf hakkı köylüye tefviz edilmektedir. Kenanoğlu’na göre, bu dağıtımın esasında klasik toprak dağıtımından bir farkı olmadığı gibi, Kanunnâme hükümlerinde de mîrî arazinin özel mülke çevrilmesiyle ilgili bir iz de yoktur.
Kenanoğlu, bazı iktisat tarihçilerinin 1958 Arazi Kanunnâmesini yanlış yorumlamalarına iki kavramın sebep olduğunu belirtmektedir. Birincisi ‘satış,’ ikincisi ise ‘tapu.’ Kenanoğlu’nun ileri sürdüğü üzere, klasik anlamda ‘satış’, tasarruf hakkının satışına; ‘tapu’ da özel mülkün tescili olan belgeye değil, bir arazinin tasarruf hakkını devletten almak için köylünün ödediği paraya tekabül etmekte olup, bu paranın ödendiğine dair köylüye verilen belgeye de ‘tapu senedi’ denmektedir. Kanunnâme herhangi bir şekilde ‘satış’ ve ‘tapu’ kavramlarına yeni bir anlam da yüklemediğine göre, Kanunnâme’de bu kavramların yer almasının, özel mülkiyetin tesisine işaret olarak yorumlanması temelsiz bir iddiadır.
Kanunnâme’ye göre satış bedelini ödeyen bir kişi, bedelini ödediği arazide kiracı durumundadır ve klasik sistemde olduğu gibi üç yıl o araziyi işlemediği takdirde arazi kişinin elinden alınır. Şayet bir kişi elindeki tasarruf hakkını başka bir kişiye satmak isterse, arazi memurunun izni olmadan yaptığı satış hukuken geçerli sayılmaz. Bu bağlamda Kenanoğlu, Kanunnâme’nin köylüyü korumak gibi bariz bir amacı olduğunu belirtmekle beraber, köylülerin topraklarının tasarruf haklarını köy ağalarına satmalarını, devletin yüksek vergi yüklemesi ve askere çağrılma korkularına bağlar.
Bütün bunlara ilaveten, eğer mîrî arazinin yerine özel mülk tesis edilmiş olsaydı, 1877 yılındaki Meclis-i Mebusan’da, mîrî arazinin özel mülk olarak satılması hakkındaki tartışmaları nereye oturtmak gerektiğini de soran Kenanoğlu, Osmanlı’da özel mülkün zaten mevcut olduğunu ve özel mülkle alakalı bir hukukun (fıkıh) da var olduğunu hatırlatarak, mîrî araziyi özel mülke çevirmek için böyle teferruatlı bir kanunnâme çıkarmak yerine, “Mîrî arazide fıkhın özel mülkle alakalı hukuku geçerlidir,” şeklinde bir fermanın çıkmasının yeterli olabileceğine dikkat çeker. Ama devletin mîrî arazinin mülkiyet hakkını başkalarına vermek gibi bir amacı yoktur.
Kenanoğlu, ayrıca, İktisat tarihçilerinin iddiallarının aksine, mahkeme kayıtlarında davaların çözümü için bu kanunnâmeye yapılan atıfların mevcut olduğunu örnek göstererek Kanunnâme’nin uygulandığını vurgular. Bu tarihçilerin uygulanmayan kanunnâme olarak atıf yaptıkları ve Cevdet Paşa’nın Bosna’da uygulanmadığını söylediği kanunnâme, esasında 1858 Arazi Kanunnâmesi değil, Bosna için özel çıkarılan Bosna Nizamnâmesi’dir.
Bu bağlamda 1 Temmuz 2005’te düzenlenen son toplantımızda Engin Deniz Akarlı ile “Osmanlı’da Devlet, Hukuk ve Ekonomi” üzerine sobet ettik. XIX. yüzyıl Osmanlı tarihi çalışmalarının önemli isimlerinden biri olan, özellikle II. Abdülhamit üzerine yaptığı çalışmalarıyla bilinen Akarlı, 1968 Robert Koleji mezunudur. 1973’te Princeton Üniversitesi’nde yaptığı master çalışmasının ardından yine aynı üniversitede 1976’da doktora çalışmasını tamamlamıştır. Akademik yaşamına sırasıyla Princeton, Boğaziçi, Ürdün Yermuk, Washinton Saint Louris üniversitelerinde dersler vererek devam eden Akarlı halen Brown Üniversitesi’nde öğretim üyesidir. Bunların dışında önemli akademik ödüllere sahiptir. Akarlı’nın en önemli çalışmalarından biri Osmanlı Lübnan’ı üzerine yapılan The Long Peace adlı eseridir. Daha sonra ağırlıklı olarak hukuk ve İktisat tarihini ele aldığı makaleler yazmıştır.
Konuşmasına 19. yüzyılı anlamak için İktisat ve Hukuk tarihinin fevkalâde önemli olduğunu ve bu alanda incelenmeyi ve araştırılmayı bekleyen bir çok kaynağın bulunduğunu vurgulayarak başlayan Akarlı’ya göre, son zamanlarda yapılan araştırmaların da gösterdiği gibi, Osmanlı’da usul-ı fıkh son derece esaslı bir hukukî düşünce geleneğini ifade eder. Akarlı buradaki gelenek kavramıyla (Machintile’ın kullandığı anlamda) her düşünce sisteminin dayandığı temel varsayımları kastetmektedir. Gelenek bu anlamıyla modernitenin zıddı değil, bilâkis eksikliği durumunda modernitenin meydana gelemeyeceği bir söylemdir.
Akarlı’nın Osmanlı hukuku çalışmaları, kendi uğraş alanına da uygun olarak daha çok iktisadî hayatı kapsar. Hukukun ve iktisadın beşerî münasebetler bağlamında nasıl ele alınması gerektiği, çalışmalarının temel problemini teşkil etmektedir. Bu minvalde, Eyüp, Üsküdar ve Galata dahil, 1730-1840 yılları arası İstanbul çarşı ve pazarı içinde yaşayan esnaf ve sanatkârları ilgilendiren hukukî anlaşmazlıklar, davalar ve uzlaşmalarla ilgilenmektedir.
Akarlı’ya göre, esasen XVIII. yüzyıl, Osmanlı için siyasî ve sosyal anlamda önemli dalgalanmaların yaşandığı bir yüzyıldır. Bu dönemde Patrona Halil İsyanı ve Kadızadeliler hareketi gibi hadiseler neticesinde önemli iktisadî ve hukukî düzenlemeler yapılmıştır. Hukukî bir düzeni son derece önemseyen ve kurduğu rejimin belli bir yasallık taşımasına gayret eden Osmanlı Devleti’nin, bu dikkat ve özeninin neticesi olarak, arşivleri hukukî nitelik taşıyan belgeler bakımından oldukça zengin olmasıdır.
Kaynak olarak kadı sicilleri ve fetvalarlarla birlikte, Cevdet tasnifinde yer alan esnaf davalarını da inceleyen Akarlı, bu tasnifteki davaların büyük bir kısmının Divan-ı Hümayun’a intikal etmiş davalardan oluştuğunu, İslâm şeriatında üst mahkeme bulunmadığı şeklindeki genel kabulün aksine, Divan-ı Hümayun’un şer’î mahkemelerin çözemediği davalarla ilgilenen bir üst mahkeme niteliği gösterdiğini belirtir.
Akarlı’ya göre, Osmanlı hukuk sisteminin esas maksadı, tebaasını (ibadullah) devlete, cemaate veya bireye karşı korumaktı. Osmanlı adalet düzeni, hem icra yetkisine sahip idarecilerle halk arasında, hem de halkın çeşitli unsurları arasında uzlaştırıcı bir köprü niteliğindeydi ve esasen bu maksadı hedefleyen bir hukuk anlayışına dayanıyordu. Kazaskerler ve naipleri her şeyden önce bir arabulucu konumundaydılar. Başlıca görevleri, çatışan, anlaşmazlığa düşen tarafları uzlaştırmak ve çarşı ve pazarların düzenli ve ahenkli bir şekilde işlemesini sağlamaktı. Çarşı ve pazarlarda üretim, dağıtım ve hatta tüketim alışkanlıklarını düzenleyen nizam ve kurallar, bunlardan doğrudan doğruya etkilenen insanların bizzat katılımlarıyla belirleniyordu.
Osmanlı adalet sistemi çeşitli öğelerle kendisini diğer hukuk sistemlerinden ayırıyordu. Örneğin, çeşitli amaçlarla biraraya gelen cemaatlerin kendi aralarında oluşturdukları kurallar, genel şer’î çerçeveyi aşmadığı sürece, devletçe tanınıyordu. Bu kuralları onaylayan ve uygulayan kadı, modern anlamda bir noterlik vazifesi görüyordu. Devlet bireye belli haklar verip bırakmamakta, bu haklardan doğan sorumluluklar yüklemekteydi. Ayrıca Osmanlı hukuk sisteminde hukukun geçerli olduğu alanın, hukuk işlerini yürütmekle mükellef devlet teşkilâtının hükümran olduğu sınırları aşması çağdaş dönemde düşünülemeyecek bir husustu.
Sonuç olarak, modern hukuk sistemimizin Osmanlı hukuk geleneğinden sağladığı avantajlardan çok fazla yararlanamadığını vurgulayan Akarlı, hukuk sisteminin bu anlamda çağdaşlaşıp, bazı esneklikleri koruması durumunda devletin katılımcı bir demokratik sisteme sahip olabileceğini ileri sürmektedir.
Belirli temalar etrafında düzenleyeceğimiz yeni programlarda buluşmak dileğiyle…
2024 Güz Programı
Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.
DETAYLI BİLGİ