2011 Türk Dış Politikası Değerlendirmesi

21 Aralık 2011
Değerlendirme:
Merve Uğur & Hüseyin Ali Uğur

Dünya gündeminin tarihte örneğine ender rastlanacak derecede hızlı değiştiği ve Türk dış politikasının temel parametrelerinin sorgulandığı bir yılın ardından Küresel Araştırmalar Merkezi’nin düzenlediği “2011 Türk Dış Politikası Değerlendirmesi” paneline ilgi yoğun oldu. Oturum başkanlığını KAM’ın koordinatörlüğünü yürüten İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesi Talha Köse’nin yaptığı panele, Habertürk televizyonu dış haberler müdürü Ceyda Karan sağlık sorunları nedeniyle katılamazken, İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesi Burhanettin Duran “Arap Baharı” ile birlikte Ortadoğu’da yaşanan dönüşümü ve bunun Türk dış politikasının genel söylem ve pratiklerine etkilerini, İstanbul Kültür Üniversitesi öğretim üyesi Mensur Akgün Türkiye’nin Amerika ve Avrupa Birliği ile ilişkilerini, Radikalgazetesi yazarı Fehim Taştekin ise Türkiye’nin Orta Asya-Kafkasya-Karadeniz havzası ülkeleri ile ilişkilerini değerlendirdi.

“‘Arap Baharı’ Bağlamında Dış Politikadaki Dönüşümü Anlamak” başlıklı konuşmasında Burhanettin Duran, modern Ortadoğu’nun ortaya çıkışında birçok kırılma anı yaşandığını, “Arap Baharı”nın bunların sonuncusu ancak belki de en önemlisi olduğunu belirterek sözlerine başladı. Halkların “ekmek, onur, hürriyet ve bu düzen yıkılısın” sloganlarıyla bölgedeki tüm dengeleri yerinden oynattığı “Arap Baharı”nın ortaya çıkışını, otoriter yönetimlerin uyguladıkları liberal ekonomi politikalarının iflasına ve dış politika alanındaki lidersizlik sorununa bağladı.

Duran, Ortadoğu’nun geleceğinin, özellikle üç bölge ülkesinin –İran, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin– eylemleri ve birbirleriyle etkileşimlerinin yanı sıra, “bölgesel öteki” İsrail ve “bölge dışı öteki” ABD arasındaki etkileşimlerle şekilleneceği görüşünde. Ayrıca bu dengenin “boşlukta kalan ayağı” Mısır’ın evirileceği yönün de bölgenin kaderinde etkili olacağı düşüncesinde. Bu noktada Duran’ın, bölgenin geleceğine dair en kötü senaryonun, yani İran ile Suudi Arabistan’ın Şii-Sünni eksenli mezhepsel kutuplaşmayı kışkırtıcı yönde izledikleri politikaların, Türkiye-Mısır aksı tarafından delinmesi/bozulması gerektiği vurgusu önemliydi. Dış unsurlara gelince, Duran’a göre, İsrail’in Türkiye’nin Gazze çıkışı ile başlayan yalnızlaşması “Arap Baharı”yla iyice belirginleşti. Türkiye-ABD ilişkilerindeki İsrail parantezi ise kapandı; İsrail ile kötü olan ilişkilere rağmen “Arap Baharı” sürecinde Türkiye-ABD ilişkileri çok parlak bir dönemi yaşıyor.

İran, Suudi Arabistan, Türkiye ve Mısır’ın kendi İslâm versiyonları çerçevesinde bölgede yeni milliyetçilik anlayışları üreteceklerini ve “Arap Baharı”nın yol açtığı dönüşümden en fazla İslâmcı unsurların istifade edeceklerini öngören Duran kritik bir soruyu gündeme getirdi: “Acaba yeni milliyetçilik ve milli menfaat tanımlamalarıyla ve birbirleriyle yarışan İslâm anlayışlarıyla bu ülkeler arasındaki rekabet bir gerilimi ve çatışmayı mı beraberinde getirecek, yoksa Cemaleddin Afgani’nin öngördüğü gibi aralarında bir işbirliği ve entegrasyon mu doğacak?” Duran’a göre bu sorunun ABD ve İsrail’in konumu ve politikalarıyla birlikte düşünülmesi gerekiyor.

“Arap Baharı” bağlamında Türk dış politikasını ele alırken Duran, son dönemde özellikle Libya ve Suriye bağlamında izlenen dış politikanın “komşularla sıfır sorun” ilkesine ters düştüğü yönündeki eleştirileri de değerlendirdi. “Komşu ülkelerde mevcut yönetimler düşerken ve devrimler, iç savaşlar ve dış müdahaleler sözkonusuyken sıfır sorun politikasının siyasî anlamda yürütülmesi mümkün değil” diyen Duran, öte yandan Türkiye’nin iktisadî ve diplomatik alanda sıfır sorun politikasından vazgeçmediğinin de altını çizdi. Türkiye’nin son dönemde izlediği dış politikayı “kontrollü gerilim” olarak tanımladı ve sözlerini şöyle tamamladı: “Türkiye’nin dış politika alanında idealde ‘sıfır sorun’ prensibini sürdürürken reel siyasette ‘kontrollü gerilim’ yöntemini uygulayarak bölgesel liderlik yolunda başarıya ulaşması mümkün.”

“2011 Avro-Atlantik Hattında Türk Dış Politikası” başlıklı konuşmasının ilk bölümünde Türkiye-ABD ilişkilerini değerlendiren Mensur Akgün, iki ülke ilişkilerindeki temel belirleyici faktörün Ortadoğu olduğunu vurguladı. 2011 yılında ilişkilerin yeni bir boyuta ulaştığı tespitinde bulunan Akgün, bunda etkili olan faktörleri de sıraladı: (i)Ankara’nın hiç beklenmedik hamlelerinin Washington’ın Türkiye’ye yönelik bakış açısını değiştirmesi (özellikle NATO füze savunma sisteminin parçası olan bir radar istasyonunun topraklarında kurulmasına izin vermesi), (ii)Libya’ya ve daha sonra Suriye’ye karşı verdiği tepki –ki bu aslında erken ve çok duygusal bir tepkiydi. Akgün’e göre Türkiye-ABD ilişkilerinin temel parametrelerinden biri olan Türkiye-İsrail ilişkilerinde son dönemde zirveye çıkan gerginliğe rağmen Ankara’nın bu beklenmedik hamleleri ve Ortadoğu’da aldığı pozisyon sayesinde ikili ilişkiler bu gerginlikten çok fazla etkilenmedi. Ancak bu, İsrail ile ilişkilerin ileride denkleme yeniden girmeyeceği anlamına gelmez.

Akgün, üç senedir TESEV bünyesinde gerçekleştirilen ve Ortadoğu’da Türkiye’ye duyulan sempatinin %80’lerin üzerinde olduğunu gösteren çalışmaya istinaden, hükümetin uyguladığı politikalar sayesinde bölgede Türkiye’nin prestijinin ve ağırlığının çok ciddi bir şekilde arttığını, bunun da ABD ve AB ile ilişkilere yansıdığını ifade etti. Nitekim daha önce “eksen kayması” ve “yeni-Osmanlıcılık” tartışmalarıyla Batı’da kıyasıya eleştirilen Türkiye’nin Ortadoğu’daki ağırlığı ve İran’ı dengeleyici rolü sayesinde bugün Türk-Amerikan ilişkileri tarihinin en iyi noktasına ulaştı.

Türkiye-AB ilişkilerine gelince, Akgün ilişkilerin, 2010 yılı gibi, 2011’de de askıda olduğunu ve göstermelik birkaç toplantı haricinde neredeyse hiçbir ilerleme kaydedilemediğini belirtti. Türkiye-AB ilişkilerinde yaşanan gerginliği iki sebebe bağladı: (i)Kıbrıs Rum Kesimi’nin Kıbrıs sorunu çözülmeden AB’ye üye olması ve Türkiye’nin tam üyeliği önünde sürekli sorunlar çıkarması, (ii) Ermenistan’la ilişkiler ve Ermeni sorununun, yani 1915’te yaşanan trajedinin bugüne yansımaları. Akgün, Türkiye’nin her iki alanda da üzerine düşenleri yapmamasını eleştirdi.

Akgün’e göre fiilen durma noktasına gelen Türkiye-AB ilişkilerinin düzelmesi ve müzakerelerin önünün açılması için stratejik bir değişiklik gerekiyor ve bu iki şekilde gerçekleşebilir: (i) Almanya ve Fransa’da Angela Merkel ile Nicolas Sarkozy’nin yerine sol görüşlü yönetimlerin geçmesi, (ii)Türkiye’nin Kıbrıs’la olan göbek bağını bir şekilde koparması ki bu, iki devletli çözüme gidecek adımlar atarak ve Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanıyarak sağlanabilir.

Akgün’e göre, AB-Türkiye ilişkilerindeki ikinci sorun Ermeni sorunu ki bu, ABD-Türkiye ilişkilerini de zaman zaman alevlendiriyor. Ankara’nın bu konuda üçüncü ülkelerle siyasî çatışmaya girmesi, sorunu çözmek yerine daha da büyütüyor. Türkiye’nin çözüm için konuyu siyasî zeminden hukukî zemine çekmesi gerekiyor. Bunun için de Akgün, konunun Uluslararası Adalet Divanı’na veya uluslararası tahkime götürülmesini öneriyor.

Konuşmasının sonunda Akgün, 2011 yılı Türk dış politikasına baktığında, AK Parti’nin daha önce mükemmel bir şekilde götürdüğü dış politikada ciddi bir kayma gördüğünü belirtti. Bu bağlamda Suriye ile –geri adım atmayı engelleyici tarzda– yakın angajmanı eleştirdi. Türkiye’nin bölgesel ve küresel etkinliğinin yumuşak gücünden ve Başbakan Erdoğan’ın karizmasından kaynaklandığını, son dönemde giderek artan militarist söylemin bir an önce bırakılması gerektiğini sözlerine ekledi.

Fehim Taştekin“Rusya’nın Gölgesinde Türkiye’nin Avrasya Politikası”nı değerlendirdiği konuşmasına, Kafkasya, Orta Asya ve Karadeniz havzasını tanımlarken “Avrasya” kavramının kullanılmasına Rusya’nın genişleme stratejisinin önemli bir konsepti olması hasebiyle karşı olduğunu belirterek başladı. Ardından Türkiye’nin bir Orta Asya ve Kafkasya stratejisinin var olup olmadığını tartışmaya açtı. Taştekin’e göre, Kırım konusunda Ukrayna’yı, Kuzey Kafkasya’da Rusya’yı, Abhazya ve Güney Osetya konusunda Gürcistan’ı, Karabağ’da Azerbaycan’ı, Orta Asya’da Muhammed Salih konusunda Özbek lideri ve Doğu Türkistan’da Çin’i gücendirmeme ve kızdırmama politikası, Türkiye’nin bölgeye ilişkin genel politikalarının temel taşlarını oluşturuyor. Türkiye’nin elini bağlayıcı bu kadar çok çekince alanının varlığı, bölgeye yönelik stratejik politikalar geliştirmesini engelliyor.

Taştekin, Türkiye’nin Osmanlı’dan beri bölgeye ilişkin stratejik bir politikasının olmadığını, bölge ülkeleriyle ilişkilerini yüzeysel politikalarla geçiştirdiğini, unutma politikasıyla Orta Asya’yı Rusların inisiyatifine terk ettiğini düşünüyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından Türkçü motiflerle bölgeye yöneliş ise, Taştekin’e göre, Türk Cumhuriyetlerine verilen sözlerin tutulmaması ve “büyük ağabey” Türkiye’nin iktisadî açıdan bölgeye bir katkısının olamayacağının anlaşılması üzerine hiçbir işe yaramadı. Ayrıca 1997’de Rusya’yla imzalanan Mavi Akım doğalgaz anlaşması ile birlikte Ankara, Kuzey Kafkasya’yı Rusya’nın egemenlik alanına terk etti.

Taştekin, AK Parti’yle birlikte, siyaset alanında varolan dil ve ırk kardeşliğinin yanına bir de din kardeşliği eklendiği, ancak şu ana kadar bunun ciddi politikalara dönüşmediği görüşünde. TİKA’nın bölgede takdir toplayan önemli yatırımları ve benzeri olumlu adımlar ise Türk dış politikasının bölgeye yönelik temel stratejisini değiştirmeye muktedir değil.

Taştekin Ermenistan ile 2008’de imzalan protokollerin hayata geçirilmemesini de eleştirdi: “Ermenistan ile ilişkilerin düzelmesi Türkiye’nin Kafkasya politikasını çok ciddi bir şekilde değiştirebilirdi. Ancak bunun gerçekleşmemesi ve Ankara’nın tüm yumurtaları Azerbaycan sepetine koyması, bu ülkeyi olağanüstü önemli hale getirdi ki bu aslında içi boş bir stratejik değer. Yine bu nedenle Abhazya ve Güney Osetya politikalarımız tamamen Gürcistan’a endekslenmiş durumda.”

Son olarak Taştekin, Orta Asya’ya ilişkin şöyle bir resim çizdi: “Bölgede varolan iki önemli güç, Rusya’nın yanı sıra 2001’deki Afganistan işgaliyle birlikte Amerika. Türkiye ise bu iki güç arasında ABD’ye yakın durarak kendi hareket alanını genişletmeye çalışıyor. Rusya Başbakanı Vladimir Putin şu anda Avrasya Birliği’ni kurmaya çalışıyor ve Türkiye’nin buna verebileceği pek fazla yanıt yok.”

***

Yaklaşık üç saat süren panelde, salt 2011 yılında yaşanan gelişmelerden ziyade, dış politikanın ana konuları Ortadoğu, Avro-Atlantik hattı ve Avrasya bağlamında çok yönlü ve tarihsel bir perspektifle ele alındı. Programa katılamayıp da merak edenler, panelin videosunu şu linkten izleyebilirler: http://bisav.org.tr/merkez.spx?module=panelayrinti&menuID=6_6&merkezid=6&panelid=44&icerikid=12

EDİTÖRDEN

2024 Güz Programı

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.