- ANA SAYFA
- YAYINLAR
- BÜLTEN ARŞİV
- SAYI 69 YIL: 2009
- İslâmî İlimler-1: Erken Dönem İslâm Hukukçularının Sünnet Anlayışı
İslâmî İlimler-1: Erken Dönem İslâm Hukukçularının Sünnet Anlayışı
İshak Emin Aktepe
17 Ocak 2009
Değerlendirme: Hasan Öztürk
Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tezgâhtakilertoplantı serisinin 2009 Ocak ayı konuğu Dr. İshak Emin Aktepe’ydi. Aktepe, Marmara Üniversitesi’nde tamamladığı ve Erken Dönem İslâm Hukukçularının Sünnet Anlayışı başlığıyla neşredilen (İnsan Yayınları, 2008) doktora tezi üzerinden ilk dönemdeki sünnet ve hadis tartışmalarını ele aldı.
Sünnetin Cahiliye döneminde atalardan tevarüs edilen örf, âdet ve gelenek anlamında kullanıldığına işaret eden Aktepe, Hz. Peygamber devrinde bu kelimenin ıstılah haline geldiğini; bazı hadislerde kelime anlamında kullanılmış olsa da, diğer birçok hadiste ıstılahî anlamda sünnete işaret edildiğini söyleyerek sunumuna şu bağlamda devam etti:
Hz. Peygamber’in her davranışını takip eden ve kayıt altına alan sahâbenin gayretleri sayesinde sünnet tespit edildi ve sonraki nesillere aktarıldı. Sahâbe döneminden itibaren sünnetin ıstılahî anlamda kullanılışı gittikçe yaygınlaşmıştır; ancak sahâbenin tamamı sünneti aynı şekilde telakki etmiyordu. Bu bağlamda, sahâbe ‘sünnet’in ittiba ve bağlılık anlamında ittifak etse de, aralarında birtakım anlayış farklılıkları vardı: Bazıları her şeyi hadislerde ifade edildiği şekliyle anlayıp tatbik ederken, diğerleri hadis metinlerinin arkasındaki amaçlara dikkat etmiş ve bir hadisin metnini aynen tatbik etmek yerine bu hadisle amaçlanan sünneti tespit edip uygulamaya çalışmıştır. İşte bu anlayış farklılıklarına sahip olan sahâbe, özellikle, Hz. Peygamber’in vefatından sonra gittikleri muhtelif bölgelerde kendi anlayışları doğrultusunda öğrenciler yetiştirmişler ve bu öğrenciler/tâbiîn âlimleri de bu farklılıkları sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla, mezheplerin teşekkülü sürecinde de etkili olan bu anlayış farklılıklarının temelleri bizzat sahâbe tarafından atılmış oluyordu. Tâbiîn döneminde dikkat çeken en önemli merkezler Hicaz’da Medine, Irak’ta Kûfe idi.
Tâbiîn döneminde Medine’de öne çıkan Said b. el-Müseyyeb’in şahsında Hz. Ömer ve Hz. Aişe gibi fakih sahabeler ile Ebu Hureyre ve İbn Ömer gibi hadisçi sahabelerin ilmî mirası cem edilmişti; Kûfe’de ise, Hz. Ali ve Abdullah b. Mesud’un öğretileri İbrahim en-Nehaî tarafından sürdürülüyordu. Bu dönemde Medine’de daha çok hadislere önem verilirken, rey istisnaî bir durumdu; Kûfe’de ise hadislerin değerlendirilmesi sürecinde rey de kullanılıyordu.
Hangi âlimin hangi grupta yer aldığına kesin bir şekilde hükmetmek zor olsa da, ilk asırdaki farklı yaklaşımların ikinci asra Ehl-i Rey/Ehl-i Hadis gruplaşması şeklinde yansıdığı söylenebilir. Ancak bu dönemde göz önünde bulundurulması gereken üçüncü bir grup vardır: Ehl-i Amel.Ehl-i Amel tabiriyle özellikle İmam Mâlik ve çevresi kastedilmektedir. Medine’de Mâlik’in ön planda olduğu dönemde Kûfe’de Ebu Hanife ve iki talebesi Ebu Yusuf ve Şeybânî görülmekte, yine aynı dönemde Şâfiî’nin ismi de daha fazla duyulur hale gelmektedir.
Ebu Hanife hadisleri Kur’an’a, meşhur sünnete, küllî kaidelere, çok bilinen olaylara ve akla arz ederek -aynı zamanda ravisinin diğer rivayetlerini de dikkate alarak- değerlendirirken, talebesi Ebu Yusuf da hadislerin güvenilir kimseler tarafından Kur’an ve meşhur sünnete aykırı olmayacak ve ilim ehlince kabul edilecek bir yolla rivayet edilmesini dikkate alıyordu.
Ebu Hanife’nin diğer talebesi Şeybanî’nin hadis anlayışı üzerinde de ayrıntılı olarak duran Aktepe, onun sened ve metin tenkidi yaptığını, hadisleri Kur’an’a arz ettiğini, maruf ve meşhur olmayan rivayetleri kabul etmediğini, “ravinin kendi rivayetine aykırı davranmaması”nı prensip olarak uyguladığını söyledi.
Ebu Hanife’nin çağdaşı ve dönemin Medine çevresinin en önemli temsilcisi konumunda bulunan İmam Mâlik’in sünnet anlayışına da değinen Aktepe, Mâlik’e göre sünnet denilince umumiyetle kaynağını nebevî bir tatbikattan alan Medine amelinin veya uygulamasının anlaşılması gerektiğini söyledi ve buna dair örnekler verdi. İmam Mâlik’in de hadisleri sened ve metin itibariyle tenkide tabi tuttuğunu, Ebu Hanife gibi onun da hadisleri Kur’an’a arz ettiğini, mesalih-i mürseleye, Medine ameline aykırı hadisleri reddettiğini söyledi. Bu bağlamda İmam Mâlik’in hadisleri ameli esas alarak değerlendirmesiyle, Hanefilerin haber-i vahidi, meşhur hadisleri esas alarak değerlendirmesi arasında yöntemsel bir paralellik olduğuna dikkat çekti.
Aktepe son olarak İmam Şâfiî’nin sünnet anlayışını ele aldı: Genel olarak insan aklının yetersizliğine inanan Şâfiî’ye göre doğru bilgi ve hakikat yalnız Kur’an ve Sünnet’te bulunabilir. Sünnet de yalnızca Hz. Peygamber’e hastır ve sahabe görüşü ya da amel-i ehl-i Medine gibi şeyler sünnet sayılamaz. Şâfiî Hz. Peygamber’den gelen haberleri haber-i âmme ve haber-i hâssa şeklinde ikiye ayırarak her iki kısmı da bağlayıcı kabul etmiştir. Ayrıca Şâfiî -yaygın olarak bilinenin aksine- mürsel ve munkatı hadisleri kabul etmemekle birlikte, pek çok defa bu tür hadisleri esas almıştır.
Şâfiî’nin bugün zihniyet dünyamıza hâkim olan sünnet telakkisinin esaslarını belirleyen en önemli şahsiyetlerden biri olduğuna dikkat çeken Aktepe’ye göre, Şâfiî kendisinden önceki iki asırlık birikimi çok iyi değerlendirmiş; hem Hanefilerle hem de Mâlikilerle mücadele ederek bu mücadeleden başarıyla çıkmış; Ehl-i Hadis’in ilmî bir disiplin hususiyeti kazanmasına çok büyük katkı sağlamış; neticede Sünnî İslâm Dünyasının Şâfiî-Ehl-i Hadis çizgisinde bir sünnet anlayışına sahip olması yolunda en büyük adımı atmıştır.
Aktepe’nin sunumu, katılımcıların soruları ve yorumları üzerinden gerçekleştirilen bir değerlendirme faslı ile sona erdi.
2024 Güz Programı
Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.
DETAYLI BİLGİ