Abdurrahman Câmî: Hayatı, Eserleri ve Türk Edebiyatına Etkileri

Kadir Turgut

9 Kasım 2013
Değerlendirme:
Ayşe Pay

İstanbul Üniversitesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nde araştırmalarını sürdüren Kadir Turgut, doktora çalışmasını İranlı âlim, şair ve mutasavvıf “Abdurrahman Câmî’nin Türk Edebiyatına Etkileri” başlığı altında yürütmeyi planlar. Fakat teze başladığında fark eder ki Abdurrahman Câmî’nin çok iyi bir biyografisi yazılmamıştır. Bununla birlikte eserleri de karmaşık bir durumdadır: Câmî’ye ait bir yandan 150 eserden bahsedilirken, bir yandan liste olarak 10 tane eser veren de vardır. Câmî’ye nispet edilen yahut Câmî’nin olduğu hâlde başkasına ait gösterilen eserler mevcuttur. Bunları tespit etme gerekliliği, Turgut’un tezine Câmî’nin hayatı ve eserleriyle ilgili bir bölüm de açmasını zorunlu kılar.

Turgut tezini üç ana başlıkta şekillendirir: Abdurrahman Câmî’nin hayatı ve eserleri bir bölüm; Türk edebiyatında Câmî’nin eserleri, bunların şerhleri, tercümeleri ve diğerleri (nazireler, tahmisleri, tanzirleri, eserlerine dair Türkiye’deki incelemeler vs.) ikinci bölüm; Türk edebiyatında Câmî’nin izleri üçüncü bölüm. Turgut’un tezi çok sayıda tablodan oluşur. Tablolarda sıralanan veriler çalışmanın verimlerini basite indirgese de Turgut’un işi hiç de tablolar da göründüğü kadar basit olmaz. Câmî’ye ait toplamda 50 eser tespit eden Turgut’un tezi boyunca kullandığı tablolar ayrıca çeşitli okumalara imkân tanır. Meselâ Nefehâtü’l-üns toplam 12 kaynakta geçmiş; bu da döneminden beri meşhur olduğunu gösterir. On beşinci yüzyılın sonunda vefat eden Câmî’nin hemen on beşinci yüzyılda 2 şerh ve 4 çevirisi yapılmıştır; demek ki Câmî zamanında da meşhurdur. Akabinde on altıncı yüzyılda 10 şerh, 15 çeviri ortaya çıkar. Daha sonra bunlar artar, 18 şerh olur, çeviri azalır… Tablolarda rahatlıkla izleyebildiğimiz bu artma ve azalmalar da Turgut’un kimi tespitlerde bulunmasını sağlar: İlginç bir şekilde on altıncı yüzyıl ve on sekizinci yüzyıl şerh dönemidir; on yedinci yüzyılda çeviri artmaktadır, bu başka eserler için de böyledir, çevirinin şaha kalktığı dönem ise on dokzuncu yüzyıldır. Turgut’un tespitine göre Câmî’nin toplamda 138 şerh ve çevirisi bulunmaktadır. Eserlerinden en çok şerh ve tercümesi yapılan Molla Câmî’nin Kâfiye Şerhi diye bilinen Arapça gramere dair eseri el-Fevâ’idü’z-ziyâ’iyye’dir. Onu sırasıyla Yûsuf u Züleyhâ ile Bahâristân takip eder.

Câmî’nin 50’ye yakın eserinin Türkiye’de çeşitli kütüphanelerde 2500 kadar nüshasını tespit eden Turgut, Câmî’nin Türk edebiyatında Hâfız gibi, Mevlânâ gibi çok önemsendiğini, sahiplenildiğini, takip edildiğini görür. Turgut’un ifade ettiği üzere Taşköprülüzâde, eş-Şakâiku’n-nu‘mâniyye’de Câmî’ye de yer vererek onu Osmanlı ulemasından sayar. Âşıkpaşazâde’de de Türk edebiyatı şairleri arasında anar Câmî’yi. Yine Nail Tuman’ın Tuhfe-i Nâilî’sinde Türk edebiyatı tarihinde Câmî maddesi vardır. Câmî Türkçe bir eseri olmamasına ve Türkiye’de bulunmamasına rağmen Türk edebiyatı unsuru olarak kabul edilmiştir. Turgut’a göre bunun üç sebebi vardır: Birincisi etkisi, örnek alınmasıdır. Bununla birlikte kültürel ve siyasi iki sebebi daha vardır: Câmî, kültür çevresi olarak Kemalpaşazâde, Abdülmecid Sivâsî, Selâhaddin-i Uşşâkî’yle aşağı yukarı aynı konularla ilgilenmiştir. Hatta Câmî, İbn Arabî’yle ilgilenir. Aynı zamanda Mevlânâ’yla da ilgilenir; o dönem Mevlânâ’yla herkes ilgilenir, herkes Mevlevî’dir ama bunların önemli bir kısmı düşünce kısmıyla çok ilgilenmez. Mevlâna’nın düşünce kısmıyla ilgilenenlerin başlarından biri, hatta başıdır denilebilir Câmî için. Câmî’nin Mesnevî’nin ilk iki beytinin şerhi vardır; neyin “insan-ı kâmil” olduğuna dair teori ilk orada ifade edilir ve diğerleri alıp devam ederler. Şerh yazma fikrini bile o vermiştir denilebilir. Bir başka şey daha vardır Câmî’nin bu kadar ilgi görmesiyle ilgili: O dönem Osmanlıyla Safevîler rekabettedir. Dolayısıyla Câmî’yi sahiplenmenin siyasi bir anlamı da vardır; bir anlamda oralar da bizim demeye getirilir.

Câmî’nin eserlerine dair Türkiye’de çalışma yapan kişileri de tablolarına yerleştiren Turgut’un, “Câmî’nin Eserlerinin Minyatürleri” başlıklı bir doktora tezinden söz ederken Türkiye’de minyatür sanatının ilk dönem klasik örneklerinin ilk olarak Câmî’nin eserlerinden alındığı bilgisini vermesi de dikkate değerdi. Tezde ayrıca Câmî’ye nispet edilen eserler şeklinde de bir başlık açılmış. İlginç bir şekilde bu 11 eserin bazıları basılmış, bazıları bir başka çalışmaya konu olmuş, bazıları da ittifakla artık meşhur olmuş. Örneğin bu listedeki bir eserin 35 nüshası mevcutmuş. Öyle ki bu eserden hareketle “Câmî’nin Dilbilimsel Anlayışı” şeklinde bir sempozyum bildirisine bile rastlamış Turgut.

Turgut sunumunda Câmî’yle ilgili ilginç bir duruma da dikkat çekti: Câmî mutasavvıf ama şeyh değildir, ulemadan ama müderris değildir, şair ama şiirle geçinmez. Peki, neyle geçinir? Hüseyin Baykara, Fatih Sultan Mehmed, Akkoyunlu hükümdarlarından Sultan Yakub, bunların hepsi Câmî’ye rağbet gösterirler. Câmî, Herat’ta da çok muteberdir ama medresesi, tekkesi yoktur. Bu ebatta bir şairin kendisine ait bir medresesi olur, ama yoktur. Medreseden ziyade tekkesinin olmaması gariptir; mutasavvıf bir adamdır çünkü. Câmî kalburüstü biridir bir taraftan da, Ali Şîr Nevâî, Hüseyin Baykara ayarında; Ali Şîr Nevâî vezir, Hüseyin Baykara padişah. Bu minvalde Turgut’un sözünü açtığı ed-Dürretü’l-fâhire’nin yazılış hikâyesi de kayda değerdir: İstanbul’da bir meselede ihtilafa düşerler: Felsefeciler mi doğru söylüyor, tasavvufçular mı, kelamcılar mı? Acaba hangisi? Çünkü hepsi hakikate dair bir şey söylüyor. Bunu kim bilir? Mutlaka Câmî bilir. Molla Fenârî sipariş eder bu eseri; kendisi yazmıyor, bunu yazsa yazsa Câmî yazar diyor. Câmî sipariş üzerine üç disiplinin hakikat anlayışını karşılaştıran bir eser olan ed-Dürretü’l-fâhire’yi yazar.

Câmî’nin ayrıca bir tefsiri vardır yarım kalmış; eğer tefsirini bitirebilseydi çok meşhur olabilirdi diyen Kadir Turgut, Câmî’nin on beşinci yüzyılda karşı karşıya kaldığı krizle (düşünce yapısı olarak) dağılma tehlikesi yaşayan İslâm dünyası içerisinde kendine bir misyon edinerek şeriatçıları, tasavvufçuları, felsefecileri toparlamaya çalıştığının ve eserlerin gayretinin de aslında o olduğunun altını çizerek sunumunu noktaladı.

EDİTÖRDEN

SEMİNERLER

Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.

DETAYLI BİLGİ


BİZİ TAKİP EDİN

Vakfımızın düzenlediği programlardan (seminer, sempozyum, panel, vs.) haberdar olmak için e-posta adresinizi bırakabilirsiniz.