TAM Panel (3) - Babasının Kızı: 70. Ölüm Yıldönümünde Fatma Aliye Hanım

Oturum Başkanı:
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu
 
Ahmet Süruri:
“İyi eş, iyi anne, iyi Müslüman”:
Bir kadın filozof olunca...
• Nazife Şişman:
“Tarih”in ve “Tahrir”in Öznesi Olarak
Fatma Aliye
• İhsan Fazlıoğlu:
“Ben’in Tarihi” İle “Tarihteki Ben” Çatışmasında Ahmet Cevdet Paşa Okulu Başarısız mı Oldu?
 
 
2 Aralık 2006        
Değerlendirme: F. Samime İnceoğlu
 
“Meram romanının tercümesine dahl edenler nerede? Kemal-i ehemmiyetle dikkat buyurmalı ki bir roman tercümesi hevesi insanı nerelere kadar vardırıyor. ‘Mütercim-i Meram’ derken ‘Müşerrih-i Ahkam’ feylosofa nail olduk. Var olsun. Hak Teala Hazretleri feyzini artırsın. Sair sahibat-ı kalem olan nisvanımız dahi aliye hanımefendi hazretlerinin bu himmetlerinden teşevvuk eylesinler. Bugünkü meydan hizmet meydanı, gayret meydanıdır.”
Ahmet Mithat
(Kutadgubilig, Ekim 2006, sayı:10, s. 139) 
Birçoğumuzun ilk kadın roman yazarı olarak bildiği, Osmanlı modernleşme tecrübesinin nev-i şahsına münhasır şartlarında yaşamış ve bu şartları zatında mündemiç bir muharrireyi; Fatma Aliye Hanım’ı, vefatının 70. yıldönümünde Bilim ve Sanat Vakfı Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği bir panel ile yad ettik. “Babasının Kızı: 70. Ölüm Yıldönümünde Fatma Aliye Hanım” başlıklı panelde Fatma Aliye yalnız edebî kişiliğiyle değil edebiyattan felsefeye, tarihe kadar geniş ve zengin ilgi alanları çerçevesinde ele alındı.
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun oturum başkanlığını üstlendiği panelde ilk olarak Barbarosoğlu, unutulmuş bir muharrire: Fatma Aliye’nin unut[tur]ulmuşluğunun nedenlerine değindi. Ona göre, Fatma Aliye’nin mezar taşı, onun hakkında anlatılacaklardan çok daha fazlasını anlatıyordu. Çok da uzak geçmişimizde değil 1862-1936 yılları arasında yaşamış bu muharrireyi biz bugün neden bilmiyorduk? Bu sorunun cevabının çok da kolay verilemeyeceğini belirten Barbarosoğlu uzun süredir yaptığı araştırmaları neticesinde ulaştığı sonuçları şu şekilde sıraladı: Babasının kızı olduğu için F. Aliye, İttihat ve Terakkiciler tarafından unut[tur]ulmuştu. Kızı rahibe olduğu, en önemlisi de çok eşliliğe karşı olduğu için İslâmcılar; Saltanat taraftarı olduğu için Cumhuriyetçiler tarafından unut[tur]ulmuştu. Feminist olmadığı için unut[tur]ulmuştu. Çünkü Fatma Aliye Müslüman muhafazakârdı.
 
“İyi eş, iyi anne, iyi Müslüman”:
Bir kadın filozof olunca...
Panelin ilk konuşmacısı Ahmet Süruri, bizlere Fatma Aliye’nin pek de bilinmeyen Tedkik-i ecsam adlı telif eseri üzerinden felsefî kişiliğini sundu. Bu eserinde Fatma Aliye doğa felsefesinin en önemli meselelerinden biri olan cisim kavramını incelemekteydi.
Konuşmasına telif ve tercüme birçok eseri bulunan Fatma Aliye’nin eğitimi çerçevesinde biyografisinden bahsederek başlayan Süruri, Cevdet Paşa’nın kızı olması dolayısıyla daha çok küçük yaşlardan itibaren aldığı özel eğitime dikkatlerimizi çekti. Fatma Aliye konak terbiyesi ile büyümüş, beş yaşından itibaren özel hocalardan ders almaya başlamıştı. Coğrafyadan tarihe, edebiyattan felsefeye, astronomiden kimyaya kadar çok çeşitli alanlarda okumalar yapan Fatma Aliye Fransızca tahsil eder ve Farsça dersleri de alır. On bir yaşına kadar, daha sonra kendisine hocalık da yapan, Ahmet Mithat Efendinin bütün eserlerini okumuştur. On yedi yaşındayken babası tarafından Faik Bey ile evlendirilen Fatma Aliye yirmi yedi yaşından sonra babası ile fıkıh felsefesi çalışır. Belagat ve mantık ilimlerine dair münazaralar yapan baba-kız, Mesnevi-i Şerif, Mukaddime, Kaside-i Bürde’yi okur ve Aristo ve Eflatun, İbn Rüşd ve İmam Gazali felsefelerini mukayeseli olarak inceler.    
Yazı hayatına Meram tercümesi ile başlayan Fatma Aliye 1922 yılına kadar roman, felsefe, tarih sahasında birçok telif esere imza atmıştır. Döneminin çeşitli dergilerinde tercümeleriyle birlikte çoğu kadınlarla ilgili makaleleri yayınlanmıştır. “İyi eş, iyi anne, iyi Müslüman” olarak nitelendirdiği kadınların sorunlarına eğilen Fatma Aliye sosyal faaliyetleri ile de bu çabalarını sürdürmüştür.
Eserleriyle Osmanlı’yı temsil etmek üzere Avrupa ve Amerika’daki sergilere davet edilen Teracim-i Ahkam-ı Felasife ve Tedkik-i Ecsam adlı kitapları ile de felsefe konusunda eser veren ilk Osmanlı muharriresi Fatma Aliye, 13 Temmuz 1936 yılında vefat eder. Yunan filozofları ve Meşşaiyyun ile Mütekellimîn (kelamcılar) üzerinden İlk çağ felsefesi ile İslâm felsefe-bilim ve kelam geleneklerini karşılaştıran kelamî nitelikli bir çalışma olan Teracim-i Ahkam-ı Felasife’de Fatma Aliye,kelamî tartışmalar çerçevesinde İslâm/Osmanlı kültürünün dünya görüşünü ortaya koymaktaydı. İki cilt olarak planlanan çalışmanın, muhtemelen sufiyyun ve işrakiyyun’u ele alan 2. cildi kayıptır.
Cisim, madde ve ruh kavramlarını tartıştığı Tedkik-i Ecsam çalışmasında da hukema ve mütekelliminin bu kavramlarla ilgili görüşlerine yer vermekteydi. Bu bağlamda Sofizm, Atomizm, İşrakiyyun, meşşaiyyun, monadoloji ve materyalizmin konuya yaklaşımlarını değerlendiren Fatma Aliye, Süruri’nin ifadesiyle “cisim hakkındaki tüm bu söylenenlerden maddenin esasının anlaşılamadığını, insanoğlunun nasıl bir sonuca varması gerektiğini” dile getirmekteydi.
 
“Tarih”in ve “Tahrir”in Öznesi Olarak Fatma Aliye
Ahmet Mithat’ın, hanım ve feylosof kızım diye hitap ettiği Fatma Aliye’nin diğer bir yönünü; “tarih”in ve “tahrir”in öznesi olarak Fatma Aliye’yi, Nazife Şişman’dan dinledik. Sözlerine “Neden babasının kızı?” sorusuyla başlayan Şişman, Fatma Aliye’yi babasına izafetle tanımlamanın en doğru yaklaşım olduğu görüşündeydi. Yazdıklarıyla ve yaptıklarıyla tarihî bir şahsiyetti Fatma Aliye. Tarihin de tahririn de öznesi idi. Tarihin bir öznesiydi, çünkü ilk roman yazan Osmanlı kadınıydı. Muharrirelik de dahil olmak üzere pek çok konuda ilk olma vasfını haizdi. “İlk mütercime, kitapları başka dillere tercüme edilen ilk Osmanlı kadını. Felsefeyle ilgili eser kaleme alan bildiğimiz ilk Osmanlı kadını. Hakkında monografi yazılan, dünya sergilerine davet edilen ilk Osmanlı kadını ...”
Şişman’a göre, Fatma Aliye’nin bu ilk olma durumunu, nasıl bir atmosferde tecrübe ettiği hususuna, belli açılardan açıklık getirilmeliydi.
Orhan Okay’ın “mülemma” dediği, Osmanlı’nın kendisini Batı’dan bakarak değerlendirdiği o uzun yüzyılda doğmuştur Fatma Aliye. Böyle bir dönemin içinden yazar. O da bir terkibin peşindedir. Ama gayesi, terakki ve medeniyeti, Osmanlı-İslâm değerlerinden taviz vermeden temindir. Bu nedenle dönemin en sembolik mevzusu olan kadın hakları meselesinde de Batı’daki gelişmelerden haberdardır, ama Osmanlı toplumu üzerinden bir tavır geliştirmeye, cevap üretmeye çalışır.
Avrupa’daki kadınların serüvenlerine de değinen Şişman, kadınların yazma serüveninde, okumaktan yazmaya geçişte çeviri basamağının önemine dikkat çekti. Fatma Aliye de yazı hayatına çeviri ile başlamıştır. Ancak onu Avrupalı kadın roman yazarlarından farklılaştıran şey, Avrupalı kadın roman yazarları eserlerini erkek adıyla yayınlarken Fatma Aliye “Bir mütercime” imzasıyla yayınlar. Bir başka fark, Avrupalı kadın roman yazarlarının kahramanları erkek iken, Fatma Aliye’nin kahramanları kadınlardır. Fatma Aliye eğitmek üzere romana gerek görür. Ahlakî değerlerin hızla bozulduğu, aile hayatını tehdit ettiği bir dönemde aileyi ve cemiyeti muhafaza için kadını eğitimli, dirayetli, haysiyetli kılmak açısından yazıya müracaat eder. Yazma serüveni bir amaç değildir, araçtır. Onun önceliği, Osmanlı genç kızlarının ve kadınlarının kendilerine örnek alacakları tipler oluşturmaktır. Modernliğin tehdit ettiği toplumun kadın üzerinden korunmasıdır amaç.
Son olarak, Fatma Aliye’nin kadın sorununa bakışına da yer veren Şişman’a göre: “Hâkim yaklaşım belli bir kalıp içinden değerlendirme yapmakta ve Fatma Aliye de bu kalıba uymamaktadır. O, hem döneminin tabiriyle terakkiyat-ı nisvaniyeyi savunur, ama muhafazakâr İslâmî değerlerinden de vazgeçmez. Böyle olunca ya onu görmezden gelmek ya da kolaycı bir değerlendirmeye sığınmak en elverişli yol gibi görünmüştür pek çok araştırmacıya.”
Fatma Aliye, döneminde çok şiddetle tartışılan kadın meselesini, bir kadınlık mücadelesi olarak görmez. Avrupa’daki feminist hareketlerden haberdardır, ama kendi konumunu kadın olarak çizmek yerine, ilim ve adalet çerçevesinde bir konum belirler. Kendisi kadınlık davası gütmediği gibi, Avrupa’daki kadın hakları hareketiyle bir halef selef ilişkisi içinde olmamak gerektiğini de açıkça ifade etmiştir
 
 “Ben’in Tarihi” ile “Tarihteki Ben” Çatışmasında
Ahmet Cevdet Paşa Okulu Başarısız mı Oldu?
Konuşmasına bu soruyla başlayan İhsan Fazlıoğlu’nun soruya verdiği cevap basitti: Evet, başarısız oldu. Peki, niçin başarısız olmuştu? Fazlıoğlu, sunumunda bu soruyu cevaplandırmaya çalıştı; çağdaş Türk düşüncesini anlamlandırmak için geliştirdiği şablondan hareketle.
Klasik kültür “hakikat” merkezli bir kültürdü. İster metafizik, ister fen bilimleri, ister din bilimleri olsun; hangi tür araştırma sahası seçilirse seçilsin, nihai olarak ulaşılmak istenen hakikatti. Bunalım dönemlerinde ise insanlar hakikati değil siyaseti öne çıkartırlardı. Siyaset merkezli düşünmeye odaklanan, mevcut durum ve sorunlara ilişkin düşüncelerin üretildiği çağdaş Türk düşüncesinde metafizik derinlik aramak, nazariyat aramak pek mümkün değildir. Bununla birlikte, düşünce üretilirken iki açıdan sorgulanmıştır: Birincisi, Sait Halim Paşa’nın cemiyet merkezli sorgulaması; ikincisi, Ahmet Cevdet Paşa’nın tarih merkezli sorgulamasıdır. Sait Halim Paşa İslâmî toplumu dikkate alıp cemiyetten hareketle bir siyasetin geliştirilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Cevdet Paşa ise tarihe, geriye gider. Sait Halim Paşa’da tarih, bozucu bir etkendir. Tarih İslâmî değerleri bozmuştur. Siyaset merkezli düşünen Osmanlı düşünürlerinin birçoğu için tarih bozucudur. Tanzimat sonrası dönemde ilk defa Cevdet Paşa tarih merkezli düşünen bir isim olarak karşımıza çıkmaktadır.
Burada Fazlıoğlu, Ahmet Cevdet Paşa ve onun ardıllarında -Ali Sedat, Fatma Aliye, Emine Semiye- ortaya çıkan tarih bilincini, “Nasıl bir tarih anlayışları var?” sorusu etrafında yanıtlamaya çalışır. Cevdet Paşa’nın kendi çağdaşlarından pek de farklı değildir tarih anlayışı aslında. O da, “tek anlamlı bir tarih” kavramına sahiptir. İnsanlığın ortak bir tarihi olduğunu varsayar ve bu ortak tarihin altında her toplumun kendine has bir tarihi olabileceğini vurgulamaktadır. Fazlıoğlu’na göre, Cevdet Paşa bu yaklaşımında mazurdur. Çünkü klasik İslâm kültürü, lineer bir kültür olarak kurmuştur tarihi. Cevdet Paşa, tarihi, kadim ve cedit olarak inşa etmiştir. Bir üçüncü kavram ise atiktir. Bu kavramlar Cevdet Paşa okulunun tarih anlayışını doğru yorumlayabilmek için dikkate alınmalıdır. Asrın problemlerini yüklenmeyen bir fikir “bizi döndürür” Cevdet Paşa’ya göre. Geri döndürmek ise atîktir. Artık geçmişte kalan, bugüne aktarılamayacak olan üretimlerdir atîk. Dolayısıyla, “Efkar-ı atîkayı savunmak taassub-ı barid”dir.
Bu bağlamda, tebliğ başlığında yer alan “Ben’in Tarihi” ile “Tarihteki Ben”i buraya nasıl oturtacağımızı şöyle açıklar Fazlıoğlu: “Ben’in Tarihi demek Ben’i tarihin bir sürekliliği olarak görmektir. Tarihteki Ben ise tarihte kalmıştır. Artık onun bugün için bir anlamı yoktur.
Fazlıoğlu’na göre Cevdet Paşa’nın atîk ve kadim olanla bir gerginliği, çatışması söz konusu. Bunlara ilişkin bir çözümü yok. Fakat bu bilinç bile Batı dünyasından devşirdikleri düşünceleri değerlendirirken hem yöntemlerine hem de bakış açılarına güçlü bir zemin sağlamaktadır. Şöyle ki, Ali Sedat, Kant’ı eleştirecek kadar kendinden emindir. Kendi medeniyetine ait tüm mantık ve usul bilgisini kullanarak Batının en güçlü mantıkçılarını ve metodolojistlerini eleştirecek gücü kazanabilmiştir. Benzer bir şekilde cisim risalesinde ve diğer pek çok eserinde Fatma Aliye’de de aynı gücü görüyoruz. Örneğin, cisim konusunu incelerken sadece Batı’dan yapılan aktarmalarla yetinmiyor, kendi mirasını ve tarihini iyi bildiği için onlarla hesaplaşıp, tercihte bulunabiliyor. Onun, bu tarih bilinci ve bu bilincin ürünü olan eserleri bize “eğer, tarihimizde atîk olanı atıp, kadim olanı yani bugüne eklemlenebileni dikkate alırsak daha farklı bir bakış açısı geliştirebileceğimizi” göstermektedir. 
Fazlıoğlu, Cevdet Paşa okulunun tasavvufa –özellikle vahdet-i vücuda- mesafeli olduğuna işaret ediyor. Meşşaî felsefeye de mesafeli olan Cevdet Paşa okulu, bu nedenle o felsefenin devamı niteliğinde olan Batı felsefesine karşı mesafeli diyemesek de dikkatlidir. Fatma Aliye ve Ali Sedat kelamî bir bakış açısına sahiptir. Cevdet Paşa ise metodoloji olarak usul-i fıkhı çok önemser.
Özetle, Fazlıoğlu’na göre, Bu tarih bilinci ve bu bilincin ürünü olan eserleri bize “eğer, tarihimizde atîk olanı atıp, kadim olanı yani bugüne eklemlenebileni dikkate alırsak daha farklı bir bakış açısı geliştirebileceğimizi” göstermektedir. Kendi tarih bilinçleri içinde kadim olanı muhafaza etmeyi savundukları için Cevdet Paşa, Fatma Aliye, Ali Sedat unutulmuştur. Meseleye tasfiye edilmeleri nokta-i nazarından bakıldığında Cevdet Paşa okulu maalesef başarısız olmuştur.
Son derece verimli geçen ve ilgiyle takip edilen panel, dinleyicilerin panelistlere yönelttikleri sorulara verilen cevaplarla sona erdi. Zihinlerde, Fatma Aliye ve dönemine dair “hoş bir sada”; yüreklerde, Fatma Aliye’nin hatıralarına dair “bir vefa” bırakabilmiş olmak umuduyla…

EDITOR'S CHOICE

SEMINARS

As the most traditonal activity of BISAV, the courses take place in every fall and spring of a year.

MORE INFO


FOLLOW US

Add your e-mail address here to be informed about our programs (seminars, symposiums, panels, etc.).