- ANA SAYFA
- YAYINLAR
- BÜLTEN ARŞİV
- SAYI 67 YIL: 2008
- Üniversite ve Bilim
Üniversite ve Bilim
İshak Arslan
3 Temmuz 2008
Değerlendirme: Eyüp Süzgün
Bilim ve Sanat Vakfı’nın düzenlediği Üniversite konulu bu yılki Yaz seminerlerinin konuğu olan İshak Arslan, bir kurum olarak üniversitenin doğuşunu ve gelişim sürecinin bilim tarihindeki iz düşümlerini özetlediği geniş kapsamlı bir konuşma gerçekleştirdi.
M.S. 8. yüzyılda Batı Avrupa’da sayıları gittikçe artan kiliselerin etrafında, o dönem itibariyle henüz okul denemeyecek, küçük eğitim kurumları olan Kilise okullarının ortaya çıktığını ifade eden Arslan, bunların ardından 9. ve 10. yüzyıllarda açılan Manastır ve Katedral okullarının üniversitelerin Batı’daki ilk nüvelerini oluşturduğunu belirtti. Üniversitelerin tarihi itibariyle önemli gelişmelerden bir diğeri de 10. yüzyılın sonlarında Sylvestre (Gerbert adıyla da bilinir) adlı bir düşünürün Papalığa getirilmesi olmuştur. Sylvestre’in İspanya’da yaşadığı dönemde İslâm dünyasıyla ilişki kurduğu ve Kurtuba’da eğitim görerek Arapça ve İslâm bilimlerini öğrendiği rivayet edilmiştir. Ayrıca, Papalığa seçilmesinin ardından kilise okullarının eğitim müfredatında da önemli değişiklikler yapmıştır. Mesela Astronomi, Matematik ve Mantık gibi dersler ilk kez bu dönemde okutulmaya başlanmıştır.
Dönemin önemli bir başka gelişmesi de, Paris’e yakın olan Charters kentinde Sylvestre’in bir öğrencisi tarafından Charters Okulu’nun açılmasıdır. Matematik, Astronomi ve Mantık gibi dersler ilk kez bu okulda okutulmaya başlanmış ve yaklaşık iki yüzyıl sonra İbn Sina’nın tercümeleri başta olmak üzere, klasik felsefe metinleri tercüme edilerek okutulmuştur. Bir süre sonra okulun bazı hocaları Paris’e gelerek, burada Paris Üniversitesi’nin çekirdeğini oluşturan bir eğitim-öğretim sistemi kurmuşlardır. Paris’in dışında da bu model uygulanmış ve birçok yerde üniversiteler kurulmaya başlanmıştır (Napoli, Padua, Sevilla, Toledo, Oxford, Cambridge Üniversitesi vb).
İslâm dünyasında üniversitelerin tarihine de kısaca değinen Arslan, Batı Avrupa’da üniversitelerin kilise okullarından hareketle kurulmasına benzer şekilde, İslâm dünyasında üniversitelerin camilerden doğduğunu belirtti. Fakat İslâm dünyasında dindışı bilim ve araştırmalar daha erken dönemde camilerden ayrılmıştır. Bu çerçevede kurulan ilk kurum Halife Memun zamanında kurulan Beytû’l-Hikme (M.S. 832) iken, sistemli ilk üniversite ise Alparslan ve Melikşah’ın vezirliğini yapan Nizamülmülk tarafından 1065 tarihinde Bağdat’ta kurulan Nizamiye Medresesi’dir. Bu medrese teşkilatı ve müfredatı kısa süre içinde Nişabur, Herat, İsfehan, Basra, Merv ve Amul gibi büyük yerleşim merkezlerinde de uygulanmıştır.
Üniversitelerin süreç içerisinde kiliseden giderek bağımsızlaşması ve nispeten özgür eğitim-öğretim müfredatına kavuşmasıyla, Hıristiyan teolojisinden bağımsız bilim ve araştırma yapmanın önü de açılmıştır. Fakat kilise gibi eğitim açısından katı bir kurumdan ayrılan üniversiteler, kendi içlerindeki totaliter/otoriter yapıdan bir türlü ayrılamayarak, zamanla kendi skolastisizmlerini kurmuşlardır. Bu nedenle 15. yüzyıla gelindiğinde üniversiteler artık bilim ve araştırmanın odağı olmaktan çok, mevcut bilgilerin muhafaza edilerek yeni nesillere aktarıldığı sıkı-katı yapılara dönüşmüşlerdi.
Konuşmasının devamında “Üniversiteler bu kadar katı yapılar olduğu halde, nasıl oldu da 16. ve 17. yüzyıllarda adına bugün ‘Bilim Devrimi’ dediğimiz hadise gerçekleşti?” sorusuna da cevap arayan Arslan, zannedildiğinin aksine, bu gelişmelerin üniversitelerde değil, onların dışında kurulmuş olan sivil kurumlarda ve özellikle bünyesinde tüccarların, sanatçıların, edebiyatçıların, bilim adamı ve filozofların bulunduğu “Bilim Akademileri”nde meydana geldiğini ifade etti. Örneğin Roma’da Accademia del Lincei (1603-1630), Floransa’da Accademia del Cimento (1657-1667) Londra’da Royal Society (1662), Paris’te Academie des Sciences (1666) bu akademiler arasında zikredilebilir.
Peki, bugün ‘bilim’ dediğimiz şey, eğer üniversitelerde ortaya çıkmamışsa, o halde bilim ve üniversite arasında ne gibi bir ilişki olabilir? Bu sorunun, “Üniversitenin temel misyonu nedir veya üniversiteye ne gibi misyonlar yüklemeliyiz?” gibi sorularla yakın bir ilişki içinde olduğunu belirten Arslan, üniversitelerin bu yeni misyonunu şöyle özetledi: “Çağın sahip olduğu canlı fikirler sisteminin eğitimini yapmak ve yeniden üretmek.” Örneğin, Ortaçağda üniversite araştırma yapmak yerine tanrı, insan ve doğa hakkında sabit hakikatler olarak kabul ettiği din-bilim, felsefe ve sanatları öğretmekle sınırlıydı. Dolayısıyla bu öğretim anlayışında “çağın fikirleri” diye bir şeyden söz etmek mümkün değildi.
Arslan, daha teorik olan bazı tartışmalara ayırdığı konuşmasının devamında ise bilimle ilişkisi açısından üniversitenin “cari kültürün aktarımı”, “meslek eğitiminin sağlanması” ve “bilimsel araştırma ve yeni bilim adamlarının yetiştirilmesi” şeklinde üç temel işlevinin olduğunu belirtti. Bu açıdan bakıldığında üniversitenin esas görevi, standart öğrenciyi çağın kültür düzeyine ulaştırmaktır. Diğer bir deyişle üniversite, evrenin fiziksel tasviri (fizik ve kozmoloji), organik yaşamın temel konuları (doğabilim), insan soyunun geçirdiği tarihsel süreç (genel tarih), toplumsal yaşamın yapısı/dinamikleri/işleyişi (toplumbilim) gibi çağdaş bilim şemasını oluşturan fikirlerin öğretilmesinden sorumludur. Dolayısıyla, alanı ne olursa olsun, bir üniversite öğrencisi bu temel bilimlerde insanlık kültürünün ulaştığı son ve güncel şemayı bilmelidir.
‘Bilim’in tanımında bir kafa karışıklığının bulunduğunu da vurgulayan Arslan, bilim ve üniversite ilişkisi tartışmasında esas alınan bilim tanımına göre birbirinden farklı çok sayıda sonuca ulaşıldığını ifade etti. Bu tartışma bağlamında bilim kavramıyla, teorik düşünce üretimini kastettiğinin altını çizen Arslan, bu anlamda bilimin teknolojiden, meslek eğitiminden ve kültürden ayrılması gerektiğini belirtti. Söz konusu kafa karışıklığının giderilmesi için de şu dört temel ayrımı önerdi:
a. Bilim ile teknoloji ayrımı: Teknoloji, bilimin kendisi değildir. Oysa bugün üniversitede olduğu söylenen bilim genellikle teknoloji odaklıdır.
b. Bilim ile meslek eğitimi ayrımı: Bir bilim dalının içeriğini öğretmek ve açıklamak bilim değildir. Bilim canlı teorik düşünce alanıdır. Bu yüzden, bilimin kendisi eğitim-öğretiminden ve uygulanmasından ayırt edilmelidir.
c. Bilim ile kültür ayrımı: Kültür, günümüzde cari olan, evrene insana ve topluma ilişkin kanaatlerimizin toplamıdır. Bilim ise belirli bir gerçeklik parçasına ait özel bir topluluğun (örneğin belirli bir bilim topluluğunun) sahip olduğu belli kavrayışlara tekabül eder.
d. Bilim ile bilimcilik ayrımı: Bugünün üniversitelerinde neredeyse tabulaştırılan bilim tabiri teorik düşünce anlamındaki bilim değil, daha çok bilimciliktir.
Asıl ve gerçek anlamıyla üniversitede olması gereken bilim, belli bir yönteme göre yapılan, hesabı verilebilir ve denetlenebilir “teorik düşünce üretimi” olmalıdır. Ayrıca toplumdan, piyasadan (ekonomiden) ve siyasetten tümüyle yalıtılmış pür bilimin yaşatıldığı bir üniversite de mümkün değildir. Mümkün ve anlamlı olan, geniş bir bağlam içerisinde piyasanın, kurumsal olarak üniversitenin ve bilimin yan yana ve birlikte var olabilecekleri dengeli bir sacayağı oluşturmaktır.
Arslan, Türkiye’de cılız da olsa bilimsel faaliyetlerin karşılığını bulamamasının, esas alınan ortak bir kavramsal/felsefî/bilimsel şemanın olmayışından kaynaklandığını vefarklı bir üniversite iddiasının aynı zamanda sahih bir bilim tanımı, yeni bir bilim tasnifi ve gerçekliği tasvir etmemize yarayacak yeni bir şemanın tesis edilmesi teşebbüsü olması gerektiğini ifade ederek konuşmasını sonlandırdı.
2024 Güz Programı
Vakıf faaliyetlerinin en gelenekseli olan seminerler, her yıl güz ve bahar dönemlerinde gerçekleşiyor.
DETAYLI BİLGİ